Pakistan Devletinin Kuruluşu
In: Ankara Üniversitesi SBF dergisi, Band 13, Heft 4, S. 1
ISSN: 1309-1034
21 Ergebnisse
Sortierung:
In: Ankara Üniversitesi SBF dergisi, Band 13, Heft 4, S. 1
ISSN: 1309-1034
Öz Cumhuriyet Dönemi'nde ülke gerçeklerine dayalı, ülkenin kalkınması ve savunulması gibi milli ihtiyaçlara göre tespit edilen bir demiryolu politikası izlenmişti. Sınırlara ulaşmak, bu politikanın temelini oluşturmuştu. II. Dünya Savaşından sonra İngiltere başta olmak üzere Avrupalı ülkeler, Süveyş Kanalı Bunalımından dolayı Asya ve Hindistan'a giden deniz yolunun tehlikeye girmesinden sonra yeni imkânlar araştırılmış ve Türkiyeİran- Pakistan arasında yapılacak demiryolunun önemi artmıştı. Böyle bir ortamda kurulan Bağdat Paktı (CENTO), bu hattı üye ülkeler arasında kurmaya çalıştığı güvenlik ve savunma işbirliğinin bir parçası olarak görmüştü. Aynı şekilde başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa, Afganistan ve Çin bu projeye destek vererek bunun uluslararası bir karakter kazanmasını sağlamışlardır. Van Gölü üzerinden feribotlar vasıtasıyla trenlerin Van'a taşınması gerçekleşmiş ve bu bağlantı ile İran demiryolları Türkiye demiryolları üzerinden Avrupa'ya, Akdeniz'e, Karadeniz'e çıkış kazanmıştı. Daha sonra İran-Pakistan ve İran-Afganistan bağlantıları geliştirilmiş ve Türkiye Asya-Avrupa yolu üzerinde büyük transit köprüsü konumuna gelmişti. Anahtar Kelimeler: Demiryolu, Bağdat Paktı, Türkiye, İran, Pakistan ; A railway policy, which was based upon facts of the country and was determined according to national needs, such as the development and the defense of the country, was followed in the Republican Period. Reaching the borders has been the basis of this policy. After World War II, European countries, particularly Britain, explored new possibilities after the endangerment of sea routes leading to India and Asia due to the crisis of the Suez Canal and the importance of Turkey-Iran- Pakistan railway to do held had increased. The Baghdad Pact (CENTO), which was established at such an environment, was seen the line between member countries as part of the attempt to establish security and defense cooperation. Same way, particularly in the USA, UK, France, Afghanistan and China had provided the project to gain an ...
BASE
In: Ankara Üniversitesi SBF dergisi, Band 23, Heft 1, S. 1
ISSN: 1309-1034
İngiliz kolonyal yönetiminin Güney Asya'dan çekilmesinde sonra ortaya çıkan devletlerden biri olan Pakistan bağımsızlığının ilk yıllarında, ülkeyi yönetecek idari bir altyapıya, temel kamu hizmetlerini sağlayacak kurumsal bir yapıya ve nitelikli idari personele sahip değildi. Üstelik, söz konusu dönemde Pakistan'ı oluşturan halkın, Müslüman olmaları dışında çok az ortak noktaları vardı. Bu zorluklar nedeniyle, Pakistan'ın uzun süre bağımsızlığını koruyamayacağı ve kısa sürede çökeceği, başta Hindistanlı yöneticiler olmak üzere, beklenen bir durumdu. Ancak, Pakistan hayatta kalmayı başardı. Hatta, General Ayub Khan döneminde gelişmekte olan ülkelere bir kalkınma modeli olarak sunuldu. 1950'lilerde olduğu gibi, 11 Eylül saldırılarından sonra da Pakistan hakkında pejoratif sıfatlar kullanılmaya başlandı. Komşusu Afganistan'dan kaynaklı sınır aşan terörizm ve mülteci akınlarıyla boğuşan Pakistan'ın, Sünni ve Şiiler arasında 1970'lerden beri devam eden mezhep çatışmaları; kamu hizmetlerinin görece yetersiz sağlanması; ordunun siyasete olan müdahaleleri gibi pek çok kronik sorunu vardır. Bu sorunlar nedeniyle, Pakistan'a yönelik olarak "başarısız devlet" (failed state) tabiri, Batılılar tarafından sıklıkla kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Pakistan devletini tanımlamak için kullanılan "başarısız" sıfatının, Pakistan için uygun bir niteleme olmadığı, Pakistan'ın sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı kuruluşundan günümüze gelen süreçte yaşananları ele alarak ifade edilmeye çalışılacaktır. Başarısız devlet söylemine ilişkin literatürde, farklı sorunları olan devletlerin aynı sıfatla nitelendiği dikkati çekmektedir. Örnek vermek gerekirse, 1990'larda iç savaşla boğuşan ve hiçbir kamu hizmetinin verilemediği Afganistan ve Somali ile; Kuzey kore ve Pakistan gibi, otoriter yönetimlerin olduğu, kamu hizmetlerinin sağlanmasında yapısal sorunları olan ülkeler başarısız sıfatı ile nitelenmektedir. Başarısız devlet söylemine ilişkin eleştirilerde en fazla üzerinde durulan husus da bu olmuştur. Bu nedenle, bu çalışmada başarısız devlet söylemi yerine ikili bir ayrıma gidilmesi ihtiyacı doğmuştur. Hiçbir kamu hizmetinin verilemediği ve devlet otoritesinin tamamen ortadan kaybolduğu ülkeler için, William Zartman'ın "çökmüş devlet" (collapsed state) kavramı kullanılmıştır. Devlet otoritesinin var olduğu, ama kamu hizmetlerinin sağlanmasında ciddi problemleri olan, demokratik bir yönetim ve insan haklarına saygı bağlamında yetersiz bir performans sergileyen devletler için ise "kırılgan devlet" (fragile state) kavramının kullanılması tercih edilmiştir. Bu çalışmada, söz konusu bağlamda Pakistan'ın kırılgan bir devlet olduğu, Pakistan'ın sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı ele alınarak ifade edilmeye çalışılacaktır. ; Pakistan, one of the states which came into existence after the British colonial rule withdrew from South Asia, didn't have any administrative structure to rule the country; any institutional structure to provide public services and qualified bureaucratic personnel. Furthermore, during the aforementioned period Pakistan composed of people who had few thing in common with the exception of being Muslim. Due to these hardships, it was expected, especially by the then Indian rulers, that Pakistan could not preserve its independence and would collapse in a short time. However, Pakistan succeeded to survive. Even, in General Ayub Khan era it was demonstrated as a model for developing countries. Like 1950s, pejorative adjactives have used to describe Pakistani state after September 11 attacks. Pakistan has many chronic problems such as; cross border terrorism and influx of refugees based on its neighbour Afganistan; sectarian violence between Sunnis and Shias which continues since 1970s; relatively insufficent public services; army's interference to politics, military coup d'etats. Because of these problems, failed state discourse was used frequently towards Pakistan by Westerners. In this project, by handling it's socio-economic and political progress since independence it will try to articulate that the adjective "failed" which is used to describe to Pakistan, is not a proper attribution for Pakistan. In the literature about failed state discourse, it attracts notice that many countries facing different problems are labelled as the same adjective. To give an example, on the one hand there are countries like Afganistan and Somalia, in 1990s both of them struggled with civil war and no public services were given to people. On the other hand, there are countries like North Korea and Pakistan, which have structural problems providing public services and authoritarin regimes. All these countries are labeled as failed, and this situation is one of the main critics of failed state discourse. That's way, in this project it is needed to make a dual classification subtituted for failed state. For countries whose state authority completely vanished and not providing any public services, are described with William Zartman's definition, as "collapsed state". For countries which have state authority but have difficulties in providing basic public services; performs poorly in the context of democracy and respect to human rights, are prefered to be described as "fragile state". Accordingly, in this project, Pakistan is going to be handled wtih its socio-ekonomic and political structure and it is going to be argued that Pakistan is a fragile state.
BASE
In: Ankara Üniversitesi SBF dergisi, Band 47, Heft 1, S. 1
ISSN: 1309-1034
In: Milletlerarası münasebetler türk yıllığı: The Turkish yearbook of international relations, S. 121-157
Enerji, yaşadığımız dünya için, en önemli rekabet unsurları arasındaki yerini giderek artırmaktadır. Dünyadaki toplam rezervler bakımından Hindistan ile birlikte en büyük Toryum rezervlerine sahip olan Türkiye'nin, bu rezervleri nükleer enerji teknolojisi tecrübesine sahip bir ülke ile değerlendirme imkanları, bu çalışmanın temelini oluşturmuştur. Enerji üretiminde büyük avantajı sağladığı bilinen nükleer enerjinin, yeni nesil teknolojileri devreye sokarak bu önemini artıracağı öngörülmektedir. Uluslararası Atom Enerji Ajansı 2015 verilerine göre, inşası süren 70 reaktörün çalışmaya başlaması ile dünyada üretilen elektrik enerjisinin 'sinin nükleer yolla elde edileceği ve 2030 yılına kadar BM'ye üye olan ülkelerin her dördünden birinin nükleer güç sahibi olacağı bilgilerine sahibiz. Fosil yakıt zengini Suudi Arabistan'ın on beş yıl içerisinde 16 adet nükleer santrali devreye sokacağı ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin sahip olduğu 3 reaktöre 11 reaktör ekleme planladıkları mevcuttur. II Siyasal alanda önemli bir güç enstrümanı olarak, nükleer güçten vazgeçilmeyeceği, bilakis dünyada yeni bir "Nükleer Rönesans"ın beklendiği görülmektedir. Uluslararası İlişkiler literatüründe enerjinin güç kaynağı olarak algılanarak, enerji avantajını elinde bulunduran ülkelerin dış politika dizaynı konusunda sağladıkları avantajlar, pek çok akademik çalışmanın konusunu teşkil etmektedir. Tüm bu gerçekler çerçevesinde cari açığında en büyük kalemi, enerji ithalatı oluşturan Türkiye'nin, enerji politikaları şüphesiz önem arz etmektedir. Yeni nesil nükleer yakıt olarak Toryumun değerlendirilmesinde Pakistan ile olası işbirliğinin ülke dış politikalarına yansımasına ilişkin bu çalışmada, Uluslararası Politik Ekonomi programının disiplinler arası vizyonu gereği uluslararası ilişkiler, ekonomi-iktisat ve mühendislik alanlarındaki kaynaklardan istifade edilmeye gayret edilmiştir. Çalışmanın literatüre Toryum, Pakistan-Türkiye nükleer işbirliği dış politika yansımaları çerçevesinde katkısı umulmaktadır. --- Energy, as the most important competition elements for the world that we live in, is increasing its place among the world. In terms of having the largest thorium reserves in the total thorium reserves in the world India together with Turkey, and the assessment of the opportunities of these reserves with experience in nuclear energy technology has been the basis for this study. Nuclear energy, which is known to provide great advantage in energy production, is expected to increase this importance by introducing new generation technologies. According to International Atomic Energy Agency 2015 datas, we have the knowledge that with the start of 70 reactors which are currently under construction, 20% of the electricity generated in the world will be obtained by nuclear means, and by 2030, each one of every four member states will have nuclear power. Fossil fuel-rich Saudi Arabia will launch 16 nuclear power plants in next fiftheen years. United Arab Emirates is planning to add 11 new nuclear reactors on its currently owned 3 nuclear reactors. As an important instrument of power in the political arena, it is not possible to abandon nuclear power, but it is expected a new "nuclear renaissance" in the world. In the literature of the international relations, energy perceived as a source of power, and countries which have this advantage in their hand, have advantages to design foreign policies, and this is subject of many academic studies. In the framework of all these facts, energy policies of Turkey undoubtedly important since the largest item in the current account deficit is energy import. IV In this study it has been studied that reflection of, possible cooperation with Pakistan in the evaluation of thorium as a new nuclear fuel, on foreign policies of the country. Due to the interdisciplinary vision of the International Political Economy program, efforts have been made to utilize the resources in the fields of international relations, economics, economics and engineering. This study is expected to contribute to the literature in the context of thorium, Pakistan-Turkey nuclear cooperation and it's reflection on foreign policy.
BASE
Enerji, yaşadığımız dünya için, en önemli rekabet unsurları arasındaki yerinigiderek artırmaktadır. Dünyadaki toplam rezervler bakımından Hindistan ile birlikte enbüyük Toryum rezervlerine sahip olan Türkiye'nin, bu rezervleri nükleer enerjiteknolojisi tecrübesine sahip bir ülke ile değerlendirme imkanları, bu çalışmanıntemelini oluşturmuştur. Enerji üretiminde büyük avantajı sağladığı bilinen nükleerenerjinin, yeni nesil teknolojileri devreye sokarak bu önemini artıracağıöngörülmektedir.Uluslararası Atom Enerji Ajansı 2015 verilerine göre, inşası süren 70 reaktörünçalışmaya başlaması ile dünyada üretilen elektrik enerjisinin 'sinin nükleer yollaelde edileceği ve 2030 yılına kadar BM'ye üye olan ülkelerin her dördünden birininnükleer güç sahibi olacağı bilgilerine sahibiz. Fosil yakıt zengini Suudi Arabistan'ın onbeş yıl içerisinde 16 adet nükleer santrali devreye sokacağı ve Birleşik ArapEmirlikleri'nin sahip olduğu 3 reaktöre 11 reaktör ekleme planladıkları mevcuttur.IISiyasal alanda önemli bir güç enstrümanı olarak, nükleer güçten vazgeçilmeyeceği,bilakis dünyada yeni bir "Nükleer Rönesans"ın beklendiği görülmektedir.Uluslararası İlişkiler literatüründe enerjinin güç kaynağı olarak algılanarak,enerji avantajını elinde bulunduran ülkelerin dış politika dizaynı konusundasağladıkları avantajlar, pek çok akademik çalışmanın konusunu teşkil etmektedir.Tüm bu gerçekler çerçevesinde cari açığında en büyük kalemi, enerji ithalatıoluşturan Türkiye'nin, enerji politikaları şüphesiz önem arz etmektedir.Yeni nesil nükleer yakıt olarak Toryumun değerlendirilmesinde Pakistan ile olasıişbirliğinin ülke dış politikalarına yansımasına ilişkin bu çalışmada, UluslararasıPolitik Ekonomi programının disiplinler arası vizyonu gereği uluslararası ilişkiler,ekonomi-iktisat ve mühendislik alanlarındaki kaynaklardan istifade edilmeye gayretedilmiştir.Çalışmanın literatüre Toryum, Pakistan-Türkiye nükleer işbirliği dış politikayansımaları çerçevesinde katkısı umulmaktadır. --- Energy, as the most important competition elements for the world that we live in,is increasing its place among the world. In terms of having the largest thorium reservesin the total thorium reserves in the world India together with Turkey, and theassessment of the opportunities of these reserves with experience in nuclear energytechnology has been the basis for this study. Nuclear energy, which is known to providegreat advantage in energy production, is expected to increase this importance byintroducing new generation technologies.According to International Atomic Energy Agency 2015 datas, we have theknowledge that with the start of 70 reactors which are currently under construction,20% of the electricity generated in the world will be obtained by nuclear means, and by2030, each one of every four member states will have nuclear power. Fossil fuel-richSaudi Arabia will launch 16 nuclear power plants in next fiftheen years. United ArabEmirates is planning to add 11 new nuclear reactors on its currently owned 3 nuclearreactors. As an important instrument of power in the political arena, it is not possible toabandon nuclear power, but it is expected a new "nuclear renaissance" in the world.In the literature of the international relations, energy perceived as a source ofpower, and countries which have this advantage in their hand, have advantages todesign foreign policies, and this is subject of many academic studies.In the framework of all these facts, energy policies of Turkey undoubtedlyimportant since the largest item in the current account deficit is energy import.IVIn this study it has been studied that reflection of, possible cooperation withPakistan in the evaluation of thorium as a new nuclear fuel, on foreign policies of thecountry. Due to the interdisciplinary vision of the International Political Economyprogram, efforts have been made to utilize the resources in the fields of internationalrelations, economics, economics and engineering.This study is expected to contribute to the literature in the context of thorium,Pakistan-Turkey nuclear cooperation and it's reflection on foreign policy.
BASE
06.03.2018 tarihli ve 30352 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan "Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun" ile 18.06.2018 tarihli "Lisansüstü Tezlerin Elektronik Ortamda Toplanması, Düzenlenmesi ve Erişime Açılmasına İlişkin Yönerge" gereğince tam metin erişime açılmıştır. ; Hindistan Cumhuriyeti ve İsrail Pakistan'a karşı uzun süreli ideolojik ve askeri bir düşman taşımaktadır. Bu çalışma konu ile ilgili birincil ve ikincil kaynakları (kitaplar, dergi ve gazete makaleleri, raporlar ve uzmanlar, akademisyenler ve ilgili kişiler tarafından yayınlanan diğer materyaller) inceleyerek ve analiz ederek Hindistan- İsrail savunma ortaklığının Güneydoğu'da nükleer caydırıcılık istikrarsızlığı için Pakistan'a nasıl bir asimetrik tehdit oluşturuyor? Sorusuna cevap bulmak için nitel araştırma yöntemleriyle birlikte eleştirel bir yaklaşım izlemektedir. Araştırmacı, çalışmada ele alınan devletlerin konvansiyonel ve nükleer silahlara yönelik duruşlarını anlamak için rasyonel karar verme, tehdit yeteneği, tehdit güvenilirlik, statü ve caydırma stabilitesi hakkında Frank C. Zagare ve D Marc Kilgour'ın kuramsallaştırdığı) "Mükemmel Önleme Teorisi"nin varsayımlardan yararlandı. Bu kıstılanmış akademik çalışma, sadece mevcut Hint-İsrail savunma ortaklığının Güney Asya'da nükleer caydırıcılık istikrarsızlığı için Pakistan'a doğrudan asimetrik bir tehdit oluşturduğunu değil, her iki ülkenin de Hint- Pakistan savaşları (1965, 1971 ve 1999) sırasında istihbarat ve gizli silah arzı paylaşma tarihini paylaştığını ortaya koymuştur. Ayrıca her iki ülke de 1979, 1982, 1984, 1986-1987, 1999 ve 2003'te Pakistan'ın nükleer tesislerine ortak hava saldırısı planlamış, ancak inandırıcı misilleme tehdidi uygulamadan önce planlarını engellemiştir. Ayrıca, İsrail ne savunma teknolojisini Hindistan'a transfer ederken tereddüt etmekte ne de Pakistan'a karşı kullanılmasını yasaklamaktadır. Hindistan- İsrail savunma ortaklığında Hindistan çoğunlukla alıcı tarafta durmaktadır. Bu anlamda Hindistan'a İsrail yapımı havadan yere bomba gönderen uçaklar, tanksavar güdümlü füzeler; hava ve balistik füze savunma sistemleri; İHA'lar ve silahlı uçaklar; erken uyarı sistemleri ve istihbarat toplama teknolojileri ve Pakistan'a karşı kullanılmak üzere casus uydular sevk edilmiştir. Ayrıca Hindistan ve İsrail Pakistan ve Cemmu&Keşmir meseleleri hakkında ortak siyasi, diplomatik ve askeri söylemleri paylaşmaktadır. Diğer taraftan Hint-İsrail savunma ortaklığı, Pakistan ve Hint "Soğuk Başlama Doktrini" ile asimetrik bir ilişkiye yol açmakta, hem geleneksel hem de nükleer silah alanlarında bu asimetriyi daha da arttırmaktadır. Bilahare Pakistan İsrail gibi belirsiz İlk Kullanım Duruşu'na sahip aktöre karşı nükleer tercihini caydırıcılık amacıyla oluşturmuştur. İlk Kullanım Yok duruşunu ilan etmesine rağmen, Hint nükleer kuvvetlerinin hazırlığı İlk Kullanım duruşunu da yapılandırılmıştır. Sonuç olarak, Güney Asya'da nükleer caydırıcılık istikrarı riske girmiştir. Bu durum Hindistan'ın Pakistan ile olan rekabetinin ortaya çıkarılması açısında önemlidir, ancak Pakistan karşıtlığı bağlamında İsrail ve Pakistan daha çok açıkça ilişki kurmayı görmezden gelirler, bunun yerine örtmece bir şekilde birbirlerini savunma hesaplarında düzenli olarak hesaba katarlar. ; Department: Middle Eastern Studies Republic of India and Israel share their protracted ideological and military antagonism with Pakistan. This study follows critical approach with qualitative method of research for finding the answer of the question "how does Indo-Israeli defense partnership pose asymmetric credible threat to Pakistan for nuclear deterrence instability in South Asia?" by reviewing and analyzing the relevant primary and secondary sources of information (books, journal and newspaper articles, reports, and other published material by experts, scholars and stakeholders). Researcher took benefit from the assumptions of Perfect Deterrence Theory (theorized by Frank C. Zagare and D. Marc Kilgour) about rational decision making, threat capability, threat credibility, status quo and deterrence stability for recognizing conventional and nuclear weapons posture of these countries. This limited academic exercise found that not only existing Indo-Israeli defense partnership directly poses asymmetric credible threat to Pakistan for nuclear deterrence instability in South Asia, but both countries share a history of sharing intelligence and secret arms supply during Indo-Pakistan wars (1965, 1971 and 1999). Further, both countries planned for joint air strikes on nuclear installations of Pakistan in 1979, 1982, 1984, 1986-1987, 1999 and 2003, but the credible retaliatory threat thwarted their plans before execution. Furthermore, Israel neither hesitates while transferring defense technology to India nor prohibits it to use against Pakistan. In Indo-Israeli defense partnership, India mostly remains at receiving end. It has deployed Israel-made air to surface bombs; anti-tank guided missiles; air and ballistic missile defense systems; UAVs and armed drones; early warning systems and intelligence gathering technologies; and spying satellites against Pakistan. Furthermore, India and Israel share relatively common political, diplomatic and military discourse about Pakistan and the issue of Jammu & Kashmir. Moreover, Indo-Israeli defense partnership causes asymmetric relationship with Pakistan and Indian Cold Start Doctrine further increases this asymmetry in both conventional and nuclear weapons domains. Subsequently, Pakistan has to add its nuclear option as a deterrent with ambiguous First Use posture like Israel. Despite declaring No First Use posture, the readiness of Indian conventional and nuclear forces shows its configuration with First Use posture. Resultantly, nuclear deterrence stability is at risk in South Asia. It is significant that India shows its rivalry with Pakistan openly, but Israel and Pakistan mostly ignore to talk about severe antagonism between each other overtly, instead in a euphemistic manner, but they regularly count each other's defense capabilities in their security calculus.
BASE
Afganistan ve Pakistan iki sınır ülkesi olmasının yanı sıra pek çok ortak özelliğe sahip iki ülkedir. Fakat iki ülkenin geçmişten gelen pek çok sorunu bulunmaktadır. Özellikle Pakistan'ın bağımsızlığından sonra Afganistan ile Pakistan arasında Taliban ve istikrarsızlık gibi bölge güvenliğini ve uluslararası güvenliği tehdit edecek önemli meseleler ortaya çıkmıştır. İki ülke ilişkileri esas itibarıyla Peştunistan ve Durand Hattı çevresinde şekillenmiş ve ilk günden beri hiç kopmamıştır. Fakat merak edilen konulardan birisi ise Afganistan'ın genel anlamda istikrarsızlığında Pakistan'ın ne derece etkiye sahip olduğudur. Bu kapsamda araştırmanın amacı Afganistan'ın siyasi istikrarsızlığında Pakistan'ın etkisinin incelenmesidir. Afganistan-Pakistan ilişkilerinin incelemesindeki amaç, Pakistan'ın kuruluşundan itibaren Afganistan ile olan ilişkilerde bu ülkenin iç politikasını şekillendirmek suretiyle üstünlük kurma politikasıdır. Bir başka ifadeyle Pakistan'ın kendi çıkarları doğrultusunda izlediği politika, Afganistan'ın istikrarsızlığa sürüklenmesine neden olmaktadır. İki ülke ilişkileri her ne kadar gerginliklere sahne olsa da diyalog kapıları sürekli açık tutulmuş ve karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Aynı kültürü ve ortak değerleri paylaşan iki taraf iyi komşuluk ve dostane ilişkilerin oluşturulmasında ve geliştirilmesinde mutabık kalmalarına rağmen dış güçlerin sürekli müdahalesi nedeniyle karşı karşıya getirilmişlerdir. İlişkilerde normalleşme ve istikrarın iki tarafa sağlayacağı fayda göz önünde bulundurulduğunda bütün sorunlara rağmen Afganistan ile Pakistan'ın işbirliğini geliştirmeleri tek çıkar yol olarak görülmektedir. Anahtar Kelimeler: Afganistan, Pakistan, İstikrarsızlık ; Afghanistan and Pakistan are two countries that share the same border as well as these two countries share many common features. But there have been many problems between the two countries from the past. Especially after the independence of Pakistan, important issues have emerged and threatened the security of the region and international security, such as Taliban and instability between Afghanistan and Pakistan. The relations of the two countries are mainly shaped around Pashtunistan and Durand Line and have not been broken since the first day. However, one of the main concerns is the effect of Pakistan in the general destabilization of Afghanistan. In this context, the aim of the study is to examine Pakistan's influence on the political instability of Afghanistan. The purpose of the investigation of the relations between Afghanistan and Pakistan is the policy of establishing superiority by shaping Pakistan's domestic policy in relations with Afghanistan since its foundation. In other words, Pakistan's policy towards its own interests has led to the instability of Afghanistan. Although the relations between the two countries are the subject of tension, the dialogue doors were kept open and mutual visits were made. The two sides who shared the same culture and common values were confronted with the continuous intervention of the foreign powers, although they agreed on the creation and development of good neighborly and friendly relations. Considering the benefits of normalization and stability in relations, the cooperation between Afghanistan and Pakistan is seen as the only way. Keywords: Afghanistan, Pakistan, Instability
BASE
Bu çalışmada Belucilerin ulusçu istemlerini meşrulaştıran toplumsal faktörler değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmenin yapılmak istenmesinin esas nedeni, Pakistan ve İran toprakların da bölünmüş halde yaşayan bu halkın yükselen ulusçu istemleriyle küresel/bölgesel aktörlerin stratejileri arasında yakın bir ilişkinin olmasıdır. Beluci ulusçuluğunun değerlendirilmesi hususunda ise Kopenhag Okulunun öngördüğü güvenlikleştirme yaklaşımı kullanılmıştır. Ulusçuluk girişimleri genel itibarıyla devletler arası ilişkiler üzerinden ve realist kuram bağlamında anlamlandırıldığı için, Beluci kimliğinin konsolide olmasında etkili toplumsal faktörlerin sosyal inşacılık üzerine temellendirilmiş bir yaklaşım olan güvenlikleştirme çerçevesinde ele alınması önemli bir farklılık oluşturmaktadır. Çalışmanın vardığı sonuç ise, Beluci ulusal kimliğinin Pakistan ve İranın toprak bütünlüğünü tehdit edebilecek ve bölgesel dengelere etki edebilecek şekilde kullanılabilecek bir toplumsal meşruiyete sahip olduğudur. ; Societal factors that legitimize the nationalist volition of Baloch people are evaluated in this study. Main reason for making this evaluation is the close relation between the rising nationalist volition among the Baloch people and the strategies of the global/regional actors. The approach of securitization that the Copenhagen School has provided is used in analyzing the Baloch nationalism. Assessing the societal factors , which are influential in consolidating the Baloch identity by using the approach of securitization, constitutes an important difference. This is because the nationalist attempts are generally interpreted via interstate relations and by implying on the theoretical frame of realism. The study has attained that the Baloch national identity possesses a societal justification that threatens the territorial integrity of Pakistan and Iran and also influences the regional balances.
BASE
URL: http://sutad.selcuk.edu.tr/sutad/article/view/1067 ; Afganistan'da 1979 ve 1989 yılları arasında devam eden Sovyet işgali Soğuk Savaş'ın son büyük silahlı çatışmasına yol açmıştır. "Savr Devrimi" olarak adlandırılan 1978 hükümet darbesinin Sovyet yanlısı yönetimine karşı başlayan münferit ve örgütsüz ayaklanmalar Sovyet Ordusu'nun Afganistan'a girmesiyle üçüncü tarafların desteklediği geniş kapsamlı bir direniş mücadelesine dönüşmüştür. Krizin asıl aktörleri Sovyetler Birliği ve Marksist Afgan Hükümeti ile bunların karşısındaki direnişçilerdir. Afganistan topraklarındaki direniş grupları, Pakistan ya da İran'da yerleşik dinî nitelikli siyasi partilerin şemsiyesi altında faaliyet gösterirlerken aynı zamanda ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden finansal yardım ve silah desteği alıyorlardı. Bu siyasi partiler söylemlerinde yoğun olarak İslami temaları kullanmalarına rağmen aslında etnik temel ve arka planda oluşmuşlardı. Genel olarak Afganistan'daki halkın bir kısmı etnik yakınlık duydukları siyasi partilerin himayesindeki direnişçi gruplara katılmışlar, bazıları ise Sovyet yanlısı hükümet tarafında olmayı tercih etmişlerdir. Çoğunlukla Kuzey Afganistan'da yerleşik Türkler de diğer etnik gruplarda olduğu gibi aynı yolu izlemişler, Kâbil hükümetini desteklemeyi ya da Sovyet askerî güçlerine karşı koymayı seçmişlerdir. Afganistan harekâtına katılan Türk kökenli Sovyet vatandaşları da göz önüne alındığında bu coğrafyadaki Türklerin silahlı çatışmanın farklı taraflarında savaşmak zorunda kaldığı olgusu ile karşılaşılır. Bu çalışmada, Sovyet işgali ve sonrasındaki yakın dönemde Afganistan'daki ve Sovyet ordusunda görev alan Türklerin durumu ve faaliyetleri öne çıkan Türk kökenli şahsiyetler çerçevesinde incelenmiştir. ; Soviet invasion of Afghanistan which lasted between the years 1979 and 1989 sparked off the last principal armed conflict of the Cold War. The seperate and unorganized uprisings against the pro-Soviet government of the 1978 coup d'etat, namely "Saur Revolution", had transformed to be far-reaching resistance with the help of third parties wherafter the Soviet invasion took place. The primary actors of the crisis were the Soviet Union, Marxist Afghan government and the per contra insurgents. While the resistance groups in Afghan territory were operating under the umbrella of religious political parties, stationed in Pakistan or Iran, they were also enjoying financial aid and arms supply, procured by the countries like the US, Pakistan and Saudi Arabia. Although these political parties were extremely making use of the islamic themes in their discourses they had actually been shaped on ethnic basis and background. In the general sense, part of Afghan people partook in the resistance groups under the auspices of a political party with affiliation motives and some other preferred to be on the side of pro-soviet government. The Turks, mostly resident in Northern Afghanistan followed the same course as is the case with the other ethnic groups and they either chose the option to support Kabul government or to resist the Soviet military forces. Taking into account the Soviet citizens of Turkic origin who participated in the military expedition in Afghanistan, it is deducible to say that Turks in this geography had to fight on different sides of the armed conflict. In this paper, the situation and activities of Turks in Afghanistan and the ones who partook in the armed conflict as soviet soldiers are examined during the Soviet invasion and soon after within the scope of prominent personalities of Turkic origin.
BASE
Url: http://usad.selcuk.edu.tr/usad/article/view/90 ; Bu çalışmada Şii Afgan vatandaşlarının İran tarafından Suriye'deki savaşa dahil olma süreci incelenmektedir. Bu bağlamda İran'ın hangi vaat ve motivasyonlarla Şii Afganları Suriye iç savaşında rejim güçlerinin yanında savaşmaya ikna ettiği, hangi süreçlerle eğittiği ve bu grupların savaş sonrası oluşturabilecekleri potansiyel tehlike analiz edilmeye çalışılacaktır. İran, kendi dış politika çıkarları açısından Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Lübnan'dan gönüllü ya da paralı Şiileri silahlandırarak Suriye'deki savaşa mobilize etmektedir. İran'ın Suriye'de Hizbullah ve Fatimiyyun Tugayları başta olmak üzere 15'e yakın silahlı grubu çeşitli adlar altında örgütleyerek etkili bir şekilde kullandığı bilinmektedir. İran'ın kendi savaşında diğer ülkelerdeki Şii nüfusunu harekete geçirmesi 1980-88 İran-Irak savaşına kadar dayanmaktadır. Dolayısıyla İran'ın Suriye örneğinde de olduğu gibi Şii nüfusunu kullanması yeni bir olgu değildir. ; This study examines the process by which Iranian Shiite Afghan citizens have been involved in the war in Syria. In this context, it is tried to analyze that what kind of promises and motivations that the Shiite Afghans convinced by Iran to fight alongside the regime forces in the Syrian civil war, how they were trained and the potential danger that these groups could create after the war. Iran mobilizes volunteer or mercenary Shiites from Afghanistan, Pakistan, India and Lebanon in the interests of their foreign policy to the war in Syria. It is known that Iran uses effectively approximately 15 armed groups in Syria, mainly Hezbollah and Fatemiyoun Brigades, organised under various names. The mobilization of the Shiite population in other countries in Iran's own war dated back to the Iran-Iraq war between 1980-88. Therefore, the use of the Shiite population is not a new phenomenon, as is the case in Iran's Syrian case.
BASE
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin 1989 yılında Afganistan'dan çekilmesinin ardından farklı etnik grupların iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu mücadeleden sonuç alınamaması üzerine patlak veren iç savaş ve Taliban'ın 1996 yılında Afganistan'ın yaklaşık yüzde 90'ı üzerinde hakimiyet kurmasına kadar devam etmiştir. Ancak bu durum kurumsallaşmış devlet yapısının tam anlamıyla yok olmasına sebebiyet vermiştir. Taliban'ın iktidarda olduğu süreçte ise ülkede modern devlet yapısının varlığından bahsetmek mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletleri'nin 2001 yılında Afganistan'a yaptığı askeri müdahalesiyle birlikte, ülkede Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin işgalinden beri süren istikrarsızlığı daha da derinleştirmiştir. Bu çalışmada; Afganistan'da devam eden istikrarsızlık, güven açığı, Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgeye müdahalesi ve etkilerinin analizi yapılmıştır. Afganistan'da yıllardan beri süren istikrarsızlığın derinleşmesine sebebiyet veren faktörlerin neler olduğu sorusunun cevabı aranmaktadır. Afganistan'daki etnik çatışmalar ülkede var olan istikrarsızlığın temelini oluşturuyor. Ülkede Sovyetler'in işgali sonrası başlayan etnik çatışmalar büyük kutuplaşmalara yol açmıştır. Kutuplaşmalar egemen güçlerin müdahale edebilmeleri için bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Ayrıca etnik çatışmalar ülkede güçlü bir merkezi devletin egemenolması yönünde ciddi engellere yol açmıştır. Bu nedenle Afganistan'da yolsuzluk veuyuşturucu ticareti yapan örgütlerin güçlenmesi de istikrarı olumsuz etkilemektedir. Afganistan ile Pakistan arasındaki var olan sınır sorunu da Afganistan'daki merkezi etnik grubun, sınır ötesindeki kabileleri kendi soydaşları olarak gördüklerinden dolayı sınır hattında anlaşmazlıklar yaşanıyor. Bu anlaşmazlıklar ülkedeki mevcut sorunu daha da derinleştirmektedir. Geliştirilen argümanlara göre Afganistan'da Federal devlet sisteminin uygulanması, Çokkültürcülük izlenimine giden yolların serbest olması, Pakistan ile sınır sorunun BM ve/veya İslam İşbirliği Teşkilatı gözetiminde çözülmesi ve yabancı aktörlerin ülkeyi terk etmeleri, istikrarsızlığı aşmanın yollarıdır ; A period of power struggles started among various ethnic groups following the withdrawal of the Soviet Union from Afghanistan in 1989. With no gains these power struggles, an internal conflict erupted in the country and continued until the Taliban took control over almost 90 percent of Afghanistan in 1996. However, it led to the total destruction of the institutionalized state structure, and it is impossible to talk about any modern state structure under Taliban control. The instability in the country since the Soviet invasion went even deeper after the United States invaded Afghanistan in 2001, which occurred after the September 11 attacks. This paper analyzes the ongoing instability in Afghanistan, the issue of "credibility gap," as well as the US invasion, its causes and consequences. It searches for an answer to what factors are behind the deepening of the instability in Afghanistan for many years. The ethnic conflicts in the country underlie the ongoing instability. The conflicts thatstarted after the Soviet invasion have led to polarization, which is regarded as an opportunity for the world powers to intervene in a country. Moreover, such ethnic conflicts have been great obstacles to a central government. Other reasons behind the instability include the growing strength of illegal and corrupt organizations that are involved in drug trafficking. The border dispute between Afghanistan and Pakistan also creates problems as the main ethnic groups in Afghanistan accept the tribes living on the other side of the border as belonging to the same kin. All such disputes make the already-existing problems even deeper. Arguments in the field suggest that instability in the country should be overcome with a practice of a federal state system in Afghanistan and by opening the way to multiculturalism, the withdrawal of foreign actors from the country, and finding a solution to the border dispute with Pakistanunder the supervision of the UN or the Organization of Islamic Cooperation.
BASE
In: Alternatif politika: Alternative politics, Band 15, Heft 3, S. 445-470
ISSN: 1309-0593
The depiction of identity in foreign policy analysis is typically presented as inherent or predetermined. However, discursive approaches within the field, particularly poststructuralism, have emphasized foreign policy discourse's influence on identity formation. The main aim of this paper is to elucidate the performative relationship between identity and foreign policy through a poststructuralist lens, even in situations that are not existential or geographically proximate crises. This study employs a critical discourse analysis methodology to examine the performative dynamics between foreign policy discourse by the Justice and Development Party (AKP) policymakers and officials from the Ministry of Foreign Affairs (MFA) about distant natural disasters and the construction of the Turkish national identity. The study presents three primary findings: firstly, the AKP's foreign policy discourse recognizes the Indonesia and Pakistan disasters as significant events, in contrast to the case of Haiti; secondly, this discourse constructs a homogenous Turkish identity; and thirdly, this homogeneous Turkish identity qualifies by several signifiers and is distinguished from external others.