THE ETIOLOGY OF RACISM IN EUROPE
In: Milletlerarası münasebetler türk yıllığı: The Turkish yearbook of international relations, S. 001-029
12 Ergebnisse
Sortierung:
In: Milletlerarası münasebetler türk yıllığı: The Turkish yearbook of international relations, S. 001-029
In: Milletlerarası münasebetler türk yıllığı: The Turkish yearbook of international relations, S. 001-011
In: Milletlerarası münasebetler türk yıllığı: The Turkish yearbook of international relations, S. 001-010
2015 yılındaki mülteci akını ile birlikte Almanya'da göç tartışmaları tekrar siyasetin ana gündem konularından biri olmaya başlamıştır. Bu süreçte 2017 yılında yapılan genel seçimlerde aşırı sağ partiler rekor seviyede oy almış, buna paralel merkez partiler de seçim öncesinde yabancı karşıtlığı söylem ve vaatlerde bulunarak bu olumsuz havaya ayak uydurmuştur. Peki gerçekten Almanya bir göç ülkesi mi veya rasyonel olarak düşünüldüğünde Almanya'nın göçmen almaya ihtiyacı var mı? Bu ve benzer soruların yanısıra bir taraftan yaşlanan nüfus diğer taraftan vasıflı/vasıfsız eleman ihtiyacının giderek arttığı gerçeği bazı politikacılar ve bürokratlar tarafıından sıkça dillendirilmektedir. Bu çalışma muhtemel senaryolar ışığında Alman nüfusunun gelecekte nasıl şekilleneceğini ve Almanya'nın göç ülkesi olup olmayacağını nicel araştırmalarla ortaya çıkarmaktadır. Yaşlanan nüfusla birlikte her yıl genç nüfus ihtiyacı artan Almanya'da yetişmiş göçmenler ülkeyi terk etmektedir. Bir taraftan göçmenler sürekli olumsuz haberlerle gündem olurken, diğer taraftan göçmenlerin ülkeye olan katkıları önemsiz gösterilmekte ve Almanya'nın bir göç ülkesi olduğu unutulmaktadır. Bu çalışma Almanya'daki demografik dönüşüm bağlamında artan göçmen ihtiyacını irdeleyecektir. Buna paralel olarak da yabancı düşmanlığı, yükselen ırkçılık ve şiddet eğilimlerinin son senelerde artmasının olumsuz neticelerinin gelecekte ne tür sonuçlar doğuracağı incelenecektir. ; Discussion about migration became one of the main subjects on the political agenda in Germany, especially in 2015 when the country experienced an intense flux of immigrants. There was a general election in 2017, and far-right parties gained votes at a high level. During the election campaign, central parties took advantage of xenophobic discourse and commitment, and as such they were in compliance with the political atmosphere. Is Germany indeed an immigrant country or does Germany need to accept immigrants from a rational perspective? The reality of having an aging population and the growing scarcity of qualified/ unqualified staffs are often emphasized by some politicians and bureaucrats. By considering a possible scenario and using quantitative research methods, this study reveals how the German population would be considered in the future and whether Germany is an immigrant country. The increase in the aging population triggered the need for a young population because well-trained young immigrants were leaving the country. Unfavorable news about immigrants is generally at the top of the country's agenda, and their contribution to the country is often downplayed. Germany as a country of immigrants has completely been forgotten. This study examines the increasing demand for immigrants in context of demographic transformation as well as corresponding to xenophobia, escalation of racism, and a tendency to commit violence, which have been on the rise in the last several years. The study also discusses possible results.
BASE
In: Kanat kitap 63
Genelde Batı'da özelde ise Avrupa'da son yıllarda yükseliş trendinde olup neredeyse "Avrupa-Batı'nın yeni normali" haline gelen ve "aşırı (extrem) sağ", "radikal sağ", "popülist sağ" veya "yeni sağ" gibi nitelemelerle anılan "aşırı sağ"ın dinî-ideolojik ve tarihî temelleri-kökenlerini bilmek, günümüz aşırı sağcı söylem-eylem ve politikaları anlamada son derece önemlidir. Aşırı sağın popülist, göçmenfobik-islamofobik-İslâm karşıtı ve ırkçı bir yöne evirildiği özellikle 11 Eylül hadisesi sonrasında bu temelleri analiz etmek çok daha önem kazanmıştır. Bu çalışmamızda biz, öncelikle aşırı sağın temel karakteristiklerini, gelişim seyrini, özellikle Avrupa ülkelerindeki başlıca aşırı sağ grup-partileri ele alacağız. Daha sonra ise aşırı sağın dinî-tarihî-ideolojik kökenlerini "fobiler (zenofobi, göçmenfobi, İslamofobi-Türkofobi)", "nasyonal sosyalizm (Nazizm)-ırkçılık" ve Kitâb-ı Mukaddes'in radikal yorumların aşırı sağcı Yahudi-Hıristiyan-protestan-evanjelik gruplarca kullanımı başlıkları altında ele aldık. ; Given its recent rising trend in the West in general and specifically in Europe and known as the new normal of "Europe-West" under such descriptions as "extreme right", "radical right", "populist right" or "new right", being cognizant of the religious, ideological and historical bases-roots of "far-right" politics bears an utmost importance in respect of perceiving the present day far-rightist discourses, actions and policies. The analyses of such bases have gained importance particularly in the aftermath of September 11 where far-right evolved towards populism, immigrant phobia, islamophobia and racism. In this present study, we will firstly define the fundamental characteristics, evolution course of far-right and especially the far-right groups-parties in the European countries. We will then be elaborating on the religious-historicalideological roots of far- right under such titles as "phobias" (xenophobia, immigrant phobia, islamophobia, Turkophobia), "national socialism" (Nazism), "racism" and the use of radical interpretations of the Holy Scripture by the far-right Jewish, Christian-Protestant Evangelical groups.
BASE
ÖZETKuruluşundan bu yana 10 yılı geride bırakan Avrupa Temel Haklar Ajansı(THA) Avrupa Birliği'nin (AB) spesifik olarak temel haklar konusuyla müştagil yegânekurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu süre zarfında yayımladığı görüşleri, raporları,el kitapları, anket şeklindeki araştırmaları ve benzeri çalışmaları ile AB çapında temelhaklar konusuna eğilen THA aynı zamanda özellikle kuruluş aşamasında olmak üzerebirçok eleştirinin odak noktası olmuştur. Başlangıç itibariyle öne sürülen, Avrupa'daikicilik oluşturacağı, AB içerisindeki bürokrasiyi daha da arttıracağı, yetkisinin asliamacını gerçekleştirmesine olanak tanımadığı ölçüde sınırlı olduğu şeklindekisöylemler bu eleştirilerden bazılarıdır. Bu çalışmada THA'ya yöneltilen bütün eleştirilerdikkate alınarak THA; oluşturulma süreci, amaç ve görevleri, kapsamı ve faaliyet alanı,idari yapısı, ilgili kurumlar ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği gibi birçok yöndenayrıntılı olarak ele alınmaya çalışılacak, sahip olduğu ve potansiyel yetkisi incelenecek,AB Antlaşması 7. madde, AB hukuk kuralları oluşturulması ve de Paris Prensipleridoğrultusunda değerlendirilecektir. Nihayetinde THA'ya yönelik eleştiriler dikkatealınarak genel bir değerlendirme yapılacak ve iyileştirme önerileri sunulacaktır.ABSTRACTThe European Union Agency for Fundamental Rights, which was established 10years ago, is the only body of the European Union, which is concerned specificallywith fundamental rights. The Agency provides to the EU institutions, bodies, officesand agencies and its Member States, when implementing EU law assistance andexpertise relating to fundamental rights issues in order to support them when they takemeasures or formulate courses of action within their respective spheres of competencesto fully respect fundamental rights. Since its inception in 2007, the Agency, which dealswith fundamental rights across the EU through its opinions, reports, handbooks, surveysand similar works, has confronted many critics. Some of them have survived until now.The focus of the manuscript is, within the context of such critics, to identify theAgency's scope, scope of its activities, its administrative structure, cooperation withrelated institutions and non-governmental organizations, and to find out the current andpotential competence and to determine the current limitations. After that Agency will bediscussed in three subjects, namely, article 7 of TEU, EU legislative process and theParis Principles. Lastly question of what can be done in order to improve Agency willbe explored.
BASE
Avrupalı devletlerin güvenlik algılamaları zaman içerisinde bazı değişim ve dönüşümler geçirmiştir. Günümüz itibariyle açıkça belirtilmemekle birlikte göçmen olgusu güvenlikleştirmenin merkezinde yer almaktadır. Güvenlikleştirme sürecinde aktör olarak devlet, herhangi bir sorunu tehdit olarak algıladığında o soruna öncelik verir. Sorun olarak tanımlanan "nesne" özel olarak ulusal güvenlik meselesi olarak kabul edilirse devletler bununla baş etmek için de özel haklara sahip olduğunu iddia eder. Soğuk Savaş sonrasında Avrupalı devletlerin güvenlik anlayışında göçmenler aleyhine değişim olmuştur. Aşırı sağ düşüncesi ile hareket eden ve göçmen karşıtı tutum gösteren siyasal partiler yükselişe geçmiştir. Bu çalışmada güvenlikleştirme kavramları ve Avrupa Birliği'nde göçün güvenlikleştirilmesi incelenmiştir. Daha sonra Avrupa'da göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapan Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ile Hollanda Özgürlük Partisi (PVV), durum çalışması modeline göre incelenmiştir. Bu seçimin nedeni ise her iki partinin göçmen karşıtlığında son yıllarda dikkat çeken faaliyetlerinin olmasıdır. Ayrıca FPÖ ve PVV'nin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile birlikte Avroseptizm konusunda ortak söylemlerinin olmasıdır. Çalışmanın sonucunda, Avrupa genelinde göçmenlere yönelik ötekileştirici bir anlayışın güçlenmeye başladığı ve bunun da aşırı sağcı siyasi gruplar tarafından istismar edildiği tespit edilmiştir. ; Security perceptions of European states have undergone some changes and transformations over time. As of today, the immigration phenomenon is at the center of securitization, although it is not clearly stated. As an actor in the securitization process, when the state perceives a problem as a threat, it gives priority to that problem. If the "object" defined as the problem is specifically considered a national security issue, states claim that they also have special rights to deal with it. After the Cold War, the security understanding of European states changed against immigrants. Political parties acting with the far-right mindset and displaying an anti-immigrant attitude are on the rise. In this study, securitization concepts and securitization of migration in the European Union have been examined. Later, the Austrian Freedom Party (FPÖ) and the Dutch Freedom Party (PVV), which conduct politics over anti-immigration in Europe, were analyzed according to the case study model. The reason for this choice is the remarkable activities of both parties in anti-immigration in recent years. In addition, FPÖ and PVV have common discourses on Euroseptism along with racism and xenophobia. As a result of the study, it has been determined that a marginalizing understanding towards immigrants has begun to strengthen across Europe and this has been exploited by far-right political groups.
BASE
Devletleri sadece siyasi ve askeri teşkilatlar ayakta tutmamaktadır. Bunların yanı sıra idarî yapı ve devletin içinde yaşadığı milletlerin özellikleri de devletlerin bekası için oldukça önemlidir. Irak'ta VII. ve VIII. yüzyıllarda oldukça önemli bir mevkideydi. Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında Mezopotamya bölgesinde yer alan Irak, gerek bulunduğu konumun önemliliği ve gerekse Emevî devletine karşı isyankâr halleriyle araştırılmaya değer bir konudur. Emevîler Irak'ı hâkimiyetleri altına aldıktan sonra bölgede birçok ayaklanmalar meydana gelmiştir. Bu ayaklanmalar neticesinde Irak bölgesini yönetmek güç bir hale gelmekteydi. Emevîler buna çare olarak Hulefâ-yi Râşidîn döneminde olduğu gibi eyaletlere geniş yetkilerle donatılmış valiler göndererek bölgeleri baskı altına almaya çalışmışlardır.Irak valileri, Emevîlere muhalif olan halkı yola getirmek için büyük çaba göstermişlerdir. Irak toplumu çeşitli milletlerden meydana gelmekteydi. Özellikle bu dönemde devletin Arap kökenli olması nedeniyle Araplar oldukça fazlaydı. Bu yüzden valiler de Arapların yaptığı gibi kabilecilik yani ırkçılık politikası gütmüşlerdir. Kabilecilik politikasının bir sonucu olarak mevâliyi bürokrasiden uzak tutmuşlardır. Bunların sonucu olarak, Irak halkı, Emevî otoritesini tanımamış ve devlete karşı Abbâsi ihtilaline destek vererek Emevîlerin sonunu hazırlamışlardır. Valiler, Irak'ı bayındır hale getirmiş ve tarımın ıslah olması için kanallar, bentler, barajlar inşa ederek bölgenin kalkınmasını sağlamışlardır. Irak'ta yeni şehirler inşa edilmiş, dinî ve sivil mimarinin en güzel örnekleri verilmiştir. Valiler bu görevlerini yaparken şehirdeki tüm kurumları organize etmiştir. --- States exist with not only their political and military organizations, but their administrative structures and the characteristics of the nations which live in that state are very important for states survival. Iraq, in 8th and 9th centuries was in a very important position. Iraq, located in the Mesopotamian region in the middle of the Tigris and Euphrates rivers, is worth to study because of the importance of its location and the rebellious acts against the Umayyad state. There were many riots in the region after Umayyads took control of Iraq. As a result of these riots, it was difficult to rule Iraq region. The Umayyads sent governors, who were equipped with great authority, to the states and tried to suppress the regions as in the period of Hulefa-yi Rashidin. The governors of Iraq made a great effort to discipline the people who opposed the Umayyads. They to caused a lot of blood to spill accordingly. Iraqi society was composed of various nations. Particularly in this era, as a result of government being Arabic, most of the population was consist of Arabs. Therefore, the governors pursued a policy of tribalism, in other words racism, like Arabs. As a result of their tribalism policy, they did not give enough importance to Mevalies, and this let Mevalies to support Abbasid revolution. Despite of all these, people of Iraq did not recognize authority of the Umayyad and supported the Abbasid revolution against the government and brought an end to the Umayyad's authority. The governors made their regions cultivated and built canals, dams and barrages to improve the agriculture and provided development of their regions. In Iraq, new cities were built and construction of structures such as palaces and masjids ensured the development of the region. The governors also used the benefits of auxiliary foundations. These officers were assigned by the governer and the caliph. These were the protectors of the state for the peace of the people and the state.
BASE
"Yükselen İslamofobi'nin Avrupa Kimliğine Etkisi" konulu tez, inşacı yaklaşım ile Hristiyan ve Müslüman kimliği arasındaki ihtilaf sürecini açıklamaya çalışmıştır. İslamofobi algısını oluşturan dinamikler kapsamında karşıt kimliklerin nasıl oluştuğu ile çokkültürlü yapının ve çokkültürcü politikaların kolektif kimliğe etkisi irdelenmiştir. 1960'lı yıllardan itibaren sanayi alanındaki atılımlarla ekonomik ve sosyal kalkınmayı başarılı bir şekilde gerçekleştiren Avrupa Birliği ülkelerinde fabrikalarda çalışacak iş gücüne ihtiyaç duyulmaya başlamıştır. Bu yıllarda ülkelerine göçmen gelmesine izin veren, hatta bunu özel programlarla da teşvik eden AB ülkeleri, 90'ların sonuna doğru katı bir sınır kontrolü politikası gütmeye başlamış ve göçmenlerin ülkelerine girmesini engellemeye çalışmıştır. Bu politikalar zamanla kamuoyuna yabancı düşmanlığı şeklinde tezahür etmiş özellikle sağ muhafazakar partilerin popülist propagandalarına malzeme edilmiştir. Bu propagandaların önemli bir kısmı İslam karşıtlığı üzerinden yürütülmüştür. Bu da bizi şu gerçeğe götürmektedir: Kimliğin ve kültürün inşası için yaşanmış bir tarih duygusunun, ortak toplumsal belleğin ve geleneklerin, sürekli canlı tutulması gerekir. Kolektif belleğin oluşmasında biz ve öteki kavramlarının canlı tutulabilmesi, içerme ve dışlama koşullarının sürekliliği çok önemlidir. Ancak AB'nin, içinde barındırdığı çeşitli ulus devletler, farklı kültürler ve dinler, kolektif kimliğin ya da başka bir deyişle bir üst Avrupa kimliğinin oluşumundaki engellerden sadece birkaçıdır. Ortak bir üst kimlik yerine farklı kimliklerin kültürlerini ötekileştirmeyen farklı bir kavram da ortaya atılmıştır: Çokkültürlülük. Bir zamanlar karşılıklı anlayış çerçevesinde geliştirilmiş olan bu kavram, sonraları devam ettirilememiş, ülkelerin sırasıyla, kavramın iflas ettiğini açıklamasına neden olmuştur. İçerideki faklılıkların yanı sıra dış dinamiklerin de çokkültürlü yapının iflasına zemin hazırladığı bir gerçektir. 11 Eylül saldırılarından sonra İslam'ın terörizm ile birlikte anılmaya başlamasıyla AB içerisindeki Müslüman kimlik ötekileştirilmeye, bir düşman olarak görülmeye başlamıştır. AB üyesi ülkeler son yıllarda her ne kadar sınır kontrollerini katılaştırsalar da kaçak yollardan gelen göçmenlere engel olamamaktadır. Aslında göçmenlerin yasal yollar dışında AB ülkelerine gelmeleri, bu grubun insan hakları ve işçi hakları sözleşmelerinden mahrum kalmasına neden olmuştur. Aslında güvencesi olmayan ucuz iş gücü, küreselleşmenin ve kapitalist ekonomik sistemin çok da karşı çıkmadığı bir durumdur. Fakat yine de bu durum, sağ muhafazakar partilerin; göçmenleri, popülist söylemlerine malzeme etmesine, ırkçılığın ve milliyetçiliğin yükselmesine engel olamamıştır. ; Abstract ; This thesis titled "The Impact of Rising Islamophobia to the European Identity", aimed to explain the process of discord between Christian and Muslim identity by using constructionist approach. In this study, within the scope of dynamics that make up the perception of Islamophobia, how opposite identities formed and the effect of multicultural structure and multiculturalist policies to collective identity are examined. Since 1960's, EU countries which performed a successful economic and social development thanks to progress in the field of industry, began to need manpower to work in the factories. EU countries that allow migrants to come, even encourage them with a special programs during these years, at the end of 1990's they began to implement a strict border control policy and tried prevent immigrant to enter their countries. These policies were manifested in the form of xenophobia in public opinion in time and especially right-wing conservative parties used this problem in their propaganda. An important part of their propagandas were carried out over anti-Islam. This fact leads us to the following; for the construction of identity and culture, common sense of history and common social memory and traditions need to be kept constantly alive. For the formation of collective memory, the concept of "we" and "the other" can be kept alive, continuity conditions for inclusion and exclusion is very important. The various nation-states, different cultures and religions EU contained are just a few of the obstacles in the formation of collective identity or in the other words a supra-European identity. Instead of a common supra identity, a different concept not marginalizing cultures of different identities have been proposed: Multiculturalism. This concept which was developed within the framework of mutual understanding in the past wasn't sustained later and this lead to states respectively declared the collapse of concept. It's obvious not only internal differences but external dynamics has great effect on the failure of the multiculturalist structure. After the attacks of September 11, together with associating Islam with terrorism, Muslim identities in the EU was marginalized and began to be seen as an enemy. EU member states, although they hardened the border controls I recent years, they cannot interfere with smuggled immigrants. In fact, arrivals of immigrants to Europe in illegal way lead to this group is deprived of human rights and workers' right contracts. In fact, it is a condition that is not opposed by globalization and the capitalist economic system: cheap labor without assurance. However, this still didn't stop right-wings conservative parties to use migrants in their populist discourse and the rise of racism and nationalism.
BASE
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu sistemde devletlerin birbirinden ideolojik açıdan ayrışan bloklardan birinin içinde veya tarafında bulunması adeta bir zorunluluk halini almıştır. Fakat sömürgelikten yeni kurtulmuş ve bağımsızlığını henüz kazanmış olan ülkeler açısından, iki blokta da olmanın genel olarak bir anlamı ve artısı bulunmamaktaydı. Bağlantısızlar Hareketi, bu uluslararası ortamda büyük güçler arasında taraf tutmak istemeyen ve bağımsızlığı savunan devletlerin ortaya çıkardığı bir oluşum olmuştur. Grubun temel ilkeleri ve kuralları, 1955 yılında Endonezya'da düzenlenen Asya-Afrika Bandung Konferansı'nda yapılan tartışmalar sırasında ortaya çıkmıştır. Daha sonra, 5-12 Haziran 1961'de Mısır Kahire'de ilk Bağlantısızlar Hareketi Zirve Konferansı için bir hazırlık toplantısı düzenlenmiştir. Bu toplantıda, Bağlantısızlar Hareketi'nin üyelik kriterleri ve hedefleri belirlenmiştir. İlk resmi Bağlantısızlar Hareketi Zirve Konferansı, Eylül 1961'de Belgrad, Yugoslavya'da gerçekleşmiştir. Bağlantısızlar Hareketi'nin günümüze dek on sekiz konferansı gerçekleşmiştir. Bu çalışmada on yedi konferans ve bildirileri incelenmiştir. On sekizinci ve sonuncu konferans 25 Ekim 2019'da Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de gerçekleşmiştir. Bu konferanslarda üçüncü dünya ülkelerinin bağımsızlıkları ve toprak bütünlükleri korunmaya çalışılmış; silahsızlanma, güvenlik, ekonomi ve kalkınma üzerine kararlar alınmış; sömürge hareketleri, işgaller, ırkçılık ve devletler üzerine yapılan her türlü baskıya karşı çıkılmıştır. Bağlantısızlar Hareketi'nin en önemli hedeflerinden biri de uluslararası alanda tam silahsızlanmayı sağlamak olmuştur. Uluslararası sistemin yapısı buna izin vermese de, Hareket yıllarca silahsızlanma çabalarından vazgeçmemiştir. Gösterilen II bu çabaların sonucunda, birçok yararlı silahsızlanma anlaşması imzalanmıştır. Bağlantısız ülkeler, büyük güçlerin kendi çıkarları uğruna, diğer devletlere karşı sert güç uygulamaması gerektiğini yıllarca vurgulamışlardır. Herhangi bir ülkenin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına karşı saldırganlık eylemlerinden veya saldırganlık tehditlerinden ve kuvvet kullanımından kaçınılması gerektiğini savunmuşlardır. Tüm uluslararası uyuşmazlıkların müzakere, uzlaşma, tahkim veya adli çözüm gibi barışçıl yollarla veya Birleşmiş Milletler Şartı'na uygun olarak çözüme kavuşturulması için yıllarca çabalamışlardır. Çalışmanın birinci bölümünde, Soğuk Savaş döneminde uluslararası sistemin genel durumu ve bu dönemde gerçekleşen bazı önemli olaylar ele alınmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünde, silahsızlanmanın anlamı ve önemine değinilerek bu konudaki belli başlı antlaşmalar incelenmiştir. Çalışmanın üçüncü bölümünde, Bağlantısızlar Hareketi'nin ortaya çıkışı, hedefleri, amaçları ile birlikte 1961'den 2016'ya kadar olan on yedi konferansın bildirileri genel olarak ele alınmıştır. Çalışmanın dördüncü ve son bölümünde ise on yedi konferansın bildirilerinde silahsızlanma konusunda alınan kararlar incelenmiştir. ; In the bipolar system that emerged after the Second World War, it has become a necessity for states to be in or on the side of one of the blocks that differ ideologically from each other. However, for the countries that have just gotten rid of colonialism and have just gained their independence, being in either bloc generally did not have any meaning or advantage. The Non-Aligned Movement has been a formation created by states that do not want to take sides among the great Powers in this international environment and defend independence. The basic principles and rules of the group emerged during the discussions at the Asia-Africa Bandung Conference in Indonesia in 1955. Later, a preparatory meeting was held for the first Non-Aligned Movement Summit Conference in Cairo, Egypt on June 5-12, 1961. At this meeting, the membership criteria and goals of the Non- Aligned Movement were determined. The first official Non-Aligned Movement Summit Conference took place in Belgrade, Yugoslavia, in September 1961. Eighteen conferences of the Non-Aligned Movement have been held until today. Seventeen conferences and papers were examined in this study. The eighteenth and last conference was held on 25 October 2019 in Baku, the capital city of Azerbaijan. At these conferences, the independence and territorial integrity of the third World countries were tried to be protected, decisions were taken on disarmament, security, economy and development; Colonial movements, occupations, racism and any oppression on states have been opposed. One of the most important goals of the Non-Aligned Movement has been to ensure full disarmament in the international arena. Although the structure of the IV international system does not allow this, the Movement has not given up its disarmament efforts for years. As a result of these efforts, many beneficial disarmament agreements were signed. For years, the non-aligned countries have emphasized that the great powers should not exercise hard power against other states for their own benefit. They argued that acts of aggression or threats of aggression against the territorial integrity or political independence of any country and the use of force should be avoided. They have endeavored for years to resolve all international disputes peacefully, such as negotiation, reconciliation, arbitration, or judicial resolution, or in accordance with the United Nations Charter. In the first part of the study, the general situation of the international system during the Cold War and some important events during this period are discussed. In the second part of the study, by emphasizing the meaning and importance of disarmament, major agreements on this subject are examined. In the third part of the study, the emergence of the Non-Aligned Movement, its goals and objectives, together with the papers of seventeen conferences from 1961 to 2016, are discussed in general. In the fourth and last part of the study, the decisions taken on disarmament in the papers of seventeen conferences were examined.
BASE
Danışman: Alihan Limoncuoğlu ; Çokkültürcülük, bir devletin ulaşmak istediği kültürel politikalar manzumesi anlamına gelmektedir. Devlet, inşa ettiği politik duruşta her ne kadar bir etnik unsura diğerlerinden daha fazla yer verse de çokkültürcülük kavramı, var olan tüm kültürlere yer veren normatif ilkeler toplamıdır. Çokkültürlülük ise bir politik duruştan çok mevcut durumu özetleyen tanımlayıcı bir kavramdır. Çokkültürlülük, bir toplumdaki etnik, kültürel, dilsel, ırksal, dinsel ve/veya bireysel tüm farklılıkların, siyasal ve kamusal alanda kendini özgürce ifade etmesi ve tanınması anlamına gelir. Çokkültürlülüğü çoğulculuktan ayıran temel fark, onun yirminci yüzyılın idealleştirdiği demokrasi, bireycilik ve insanların evrensel eşitliği gibi ilkelerini, bireylerin farklılığına rağmen değil, bu farklılıklar sebebiyle uygulama isteğidir. Siyasal manada politik bir duruş olan çokkültürcülük ve toplumdaki birden fazla kültürel durumu betimleyen çokkültürlülük kavramı devlet etkisini en aza indirmeyi düşünen liberal kültürün bir parçası olmasına karşın, azınlık hakları konusunda sorumluluğu yine devlete devreder. Çokkültürlü anlayışın Avrupa'ya yansıyan en büyük sorunu, yerleşik olmayan topluluklarda gözlemlenmektedir. Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve Soğuk Savaş boyunca ekonomilerini ve ülkelerindeki refah seviyelerini geliştirmektedirler. Çokkültürlülüğün gelişimi bağlama oturtularak, yani çokkültürlülük bilinen şekli ile içinde doğduğu Batı demokrasilerinin siyasi çerçevesi içine yeniden yerleştirilerek çokkültürlülüğün "kapsayıcı" bir tanımı yapılacaktır. Çokkültürlülük bu durumda, belirgin niteliği birlik ve çoğulculuk arasındaki gerilim olan daha genel bir sorunsalın, milli birlik sorunsalının özel bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çokkültürlülük söz konusu olduğunda üzerinde durulan kimlik etnik kimliktir. Bu etnik kimlik belli bir soya aidiyeti ifade eder. Ulus devlet sürecinde millet oluşumunda soy ikinci planda kalmaktadır. Günümüzde, kültürel aynilik anlayışından uzaklaşma ile birlikte etnik kimliklerin yeniden kendini tanımlaması ve otantik gerçekliğine yeniden dönmesi refleksi ortaya çıkmaktadır. Çokkültürlülük bu noktada gündeme gelmekte ve kendine meşruiyet zemini aramaktadır. Avrupa Birliği'nin bugün içinde bulunduğu refah paylaşımı ve işsizlik temelinde gerçekleşen durağan yapı, birliğin çokkültürlü sisteminin iflas etmesine sebep olmaktadır. Küreselleşme ile terörist organizasyonların propaganda imkanının gelişmesi bu durumun da ırkçılık ve yabancı düşmanlığını tetiklemesi dolayısı ile kimlik politikalarına bağlı çokkültürlülük iflası arasında güçlü bir bağ vardır. Çokkültürcülüğün iflası sadece sağ veya muhafazakar siyasetçiler tarafından değil ana akım partilerin tümü tarafından dile getirilmektedir. Bu düşünceler birleştiğinde Avrupa'da özellikle ll. Dünya savaşı sonrasından günümüze görülmemiş düzeyde yabancı düşmanlığını körüklemektedir. En azından Avrupa'nın gelişmiş ülkeleri düzeyinde, Avrupalı devletler ve bu devletlerde çalışan misafir işçiler arasındaki ilişkinin, bir karşılıklı gönüllülük (arz-talep) dengesine dayandığı, çokkültürlülük tarafından ihmal edilen bir olgu olagelmiştir. ; Multiculturalism means the cultural politics that a state wants to achieve. The concept of multiculturalism is the sum of normative principles that embrace all existing cultures, although the state has more of an ethnic component in its political stalemate than any other. Multiculturalism, on the other hand, is a descriptive concept that summarizes the current state rather than a political one. Multiculturalism means that all ethnic, cultural, linguistic, racial, religious, and / or individual differences in a society are freely expressed and recognized in the political and public arena. The main distinction that distinguishes multiculturalism from pluralism is that it wants to apply the principles such as democracy, individualism and universal equality of people idealized by the twentieth century, not because of individual differences, but because of these differences. The concept of multiculturalism, which is a political stance in the political sense and multiculturalism, which describes more than one cultural situation in society, is part of a liberal culture that considers the least to be a state influence, but it also transfers responsibility for minority rights to the state. The greatest problem of multicultural understanding reflected in Europe is observed in non-resident communities. European countries are improving their economies and the prosperity of their countries throughout the post-Second World War and the Cold War. The development of multiculturalism will be restrained, that is, multiculturalism will be redefined in the political context of the Western democracies in which it is born in order to make a "covering" definition of multiculturalism. In this case, multiculturalism emerges as a specific form of the question of national unity, a more general problematic which is the tension between unity and pluralism. When it comes to multiculturalism, the identity is the ethnic identity. This ethnic identity refers to a certain soya belonging. In nation-state process, the second line remains in nation formation. Today, with the departure from the understanding of cultural identity, the reflex of ethnic identities to redefine themselves and return to their authentic reality emerges. Multiculturalism is at this point in the world and is looking for a legitimacy ground for itself. The stagnant structure of the European Union, which is based on welfare sharing and unemployment today, causes the multicultural system of the Union to go bankrupt. There is a strong link between globalization and the development of the propaganda opportunities of terrorist organizations, which in turn triggers racism and xenophobia, and therefore the multiculturalism connected with identity politics. The work of multiculturalism is not only spoken by right-wing or conservative politicians, but by all mainstream parties. When these considerations are combined, especially in Europe, It has fueled xenophobia at an unprecedented level after World War II. At least at the level of Europe's developed countries, the relationship between European states and guest workers working in these states has become a phenomenon neglected by multiculturalism, based on a mutual volatility (supply-demand) balance.
BASE