Bu çalışmada 1980-2016 yılları arasında aralarında Türkiye'nin de yer aldığı gelişmekte olan en kırılgan beş ülke için işsizliğin seyri incelenmektedir. Bu amaç doğrultusunda teorik literatürden hareketle; doğal işsizlik oranı hipotezi, işsizlik histerisi veya yapısal işsizlik yaklaşımlarından hangisinin geçerli olduğu geleneksel ve kırılmalı birim kök testleri ile incelenmektedir. Hem geleneksel hem de kırılmalı birim kök test sonuçlarına göre gelişmekte olan en kırılgan beş ülkede işsizlik histerisinin geçerli olduğuna dair hipotez desteklenmektedir. Yani işsizliğin, denge işsizlik oranının etrafında bir salınım gerçekleştirmediği dolayısıyla da şokların işsizlik üzerinde geçici değil kalıcı etkiler yarattığı sonucuna ulaşılmaktadır. İşsizlik oranının doğal düzeyine dönme eğiliminde olmaması nedeniyle en kırılgan beş ülkedeki hükümetlerin işsizlik ile ilgili politikalara aktif şekilde müdahale etmeleri beklenmektedir.
Öz
Amaç: Akran zorbalığı küresel bir sorundur. İsim takma, dışlama, dedikodu yapma, malına zarar verme, vurma veya itme gibi çeşitli şekillerde olabilen akran zorbalığı, okul çağındaki çocukların deneyimlediği, maruz kalan tüm öğrencileri -zorba, kurban ve seyircileri- etkileyen süreğen bir sorundur. Zorbalık, herhangi bir nedenle kendini başkalarından güçlü/ üstün hisseden bir kişinin, kendisinden bir şekilde daha zayıf/ savunmasız gördüğü bir kişiyi tekrar tekrar, kasıtlı, istenmeyen söz veya eylemlerle hedef alarak "gücünü" saldırgan bir şekilde kullanmasıdır. Zorbaların hedefi olan kurbanlar ya fiziksel ya da duygusal olarak incinirler ve başlarına gelenleri kendi başlarına durdurmakta zorlanırlar. Akranlar tarafından zorbalığa uğramak, olaylara maruz kalan tüm bireyler için kısa ve uzun vadeli olumsuz sonuçlar doğurabilir. Okullarda zorbalık olaylarına müdahale edilmediğinde, zorbalığın etkileri yetişkinlikte de devam etmektedir. Bu nedenle erken yaşlardan itibaren deneyimlenen zorbalık davranışları ve bunların çocukların kaygı ve sosyal anksiyete düzeyleri arasındaki ilişkinin araştırılması akran zorbalığını önleyici politika ve müdahale programları geliştirilmesi için önemlidir. Araştırmada akran zorbalığı davranışlarının türü ve sıklığı belirlenerek yaşanan akran zorbalığının çocukların kaygı ve sosyal anksiyete düzeyleriyle ilişkisi Çankırı örnekleminde incelenmiştir.
Yöntem: Araştırma küme örnekleme yöntemiyle iki ilkokulda ve 590 öğrenci üzerinde yapılmıştır. Veriler Akran Zorbalığı Ölçeği Çocuk Formu, Çocuklar İçin Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri ve Çocuklar için Sosyal Anksiyete Ölçeği-Yenilenmiş Formu kullanılarak toplanmıştır. Veriler betimsel analizler yoluyla SPSS programı kullanılarak analiz edilmiştir.
Bulgular: Araştırmada ilkokul öğrencilerinin yaklaşık dörtte birinin akran zorbalığına maruz kaldığı, kurban ve zorbalık davranışları cinsiyete, kronik rahatsızlığa, ebeveynlerin boşanmış olmasına ve sınıf düzeyine göre farklılaştığı bulunmuştur. Ayrıca, kurban puanları ile zorbalık, sürekli kaygı ve sosyal anksiyete puanları arasında pozitif yönlü anlamlı bir korelasyon bulunmuştur.
Sonuç: Okullarda zorbalık davranışlarının düzenli olarak incelenmesi ve kurban ve seyircilere zorbalık durumunda neler yapabileceklerinin öğretilmesi zorbalıkla ilişkili depresyon ve kaygının azalmasını sağlayabilir.
Özgünlük: Araştırma Çankırı'da akran zorbalığı sıklığı üzerine yapılan ilk çalışmadır.
In: Ortadoğu etütleri: siyaset ve uluslararası ilişkiler dergisi = Middle Eastern studies : journal of politics and international relations, Band 14, Heft 2, S. 207-228
2011 yılında başlayan Suriye İç Savaşı milyonlarca kişinin göç etmesine neden olmuştur. En çok Suriyeliyi ağırlayan ülkelerden biri olan Türkiye şu anda 3,6 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye önceleri bu bireyleri 'misafir' statüsünde kabul edip onlara ilk insani müdahaleleri yapmıştır. Fakat zaman içerisinde özellikle savaşın derinleşmesi ve bu bireylerin Türkiye'de görece daha kalıcılaşmaları ile birlikte Suriyeli mültecilerin ekonomik entegrasyonunu amaçlayan uzun vadeli ve daha sürdürülebilir müdahalelerin arayışına girilmiştir. Bu bağlamda, özellikle son beş yıldır Türk hükümeti ulusal ve uluslararası insani yardım kuruluşları, kalkınma ajansları, sivil toplum kuruluşları, ticaret odaları, toplum temelli örgütler ve belediyeler gibi çeşitli kurumların desteği ile Suriyeli bireylerin kendi işletmelerini açabilmeleri ve bu işletmeleri başarılı bir şekilde yönetebilmeleri adına bir dizi mali ve mali olmayan girişimcilik odaklı destekler vermektedir. Fakat zaman zaman bu müdahalelerin beklenen sonuçları getirmedikleri, Suriyeli bireylerin kapasitelerini geliştirmekte yetersiz kaldıkları tespit edilmiştir. Yapılan müdahalelerin istenilen sonuçlarına ulaşması ve özelde Suriyeli girişimcilere genelde ise topluma faydalı olabilmeleri adına bu makale Türkiye'de bulunan Suriye menşeli küçük ve orta büyüklükteki işletmelere (KOBİ) yönelik tasarlanan ve uygulanan mali olmayan müdahalelerin işlevselliğini ve Suriyeli KOBİ'ler üzerinde yarattığı değişimleri incelemeyi ve alternatif müdahale modelleri oluşturmayı hedeflemiştir. Bir başka deyişle bu makalede Türkiye'de bulunan Suriyeli KOBİ'lerin kendilerine yönelik tasarlanan eğitim, mentorluk ve ağ oluşturma gibi aktivitelerin ne kadar faydalı olduğu araştırılmış, olası eksiklikler tespit edilmiş ve yeni müdahale yöntemleri geliştirilmiştir. Nitel araştırma yöntemlerinden gözlem ve derinlemesine mülakat tekniklerinin beraber kullanıldığı bu çalışma Suriyeli KOBİ'lere yönelik tasarlanan mali olmayan müdahalelerin uygulanma safhasında uygulayıcı kurumlar arasında koordinasyonsuzluk, müdahalelerin belli bir coğrafyada yoğunlaşması ve KOBİ'lerin ekonomik durumlarının eğitimlerde öğrendiklerini günlük iş hayatlarında uygulamalarına yetmiyor oluşu gibi bir dizi sorun tespit etmiştir. Bu bağlamda müdahalelerin beklenen sonuçlara ulaşması ve Suriyeli KOBİ'lerin kapasitelerinin geliştirilip potansiyellerine ulaştırabilmeleri adına Suriyeli girişimcilerin dil problemlerine odaklanılması, yapılan projelerin sonucunda etki analizi yapılması ve aracı ve uygulayıcı kurumlar arasındaki iletişimi artırmak için bir ağ kurulması önerilmektedir.
Türkiye demokrasisi geçmişten bugüne dek birçok kez ülkede meydana gelen askeri müdahalelerden ötürü sekteye uğramıştır. 28 Şubat Postmodern Darbesi de bunlardan birisini teşkil etmektedir. Bu meyanda sözü edilen askeri müdahaleye ilişkin ayrıma varılan noktalardan biri 28 Şubat'ın açık bir şekilde gerçekleştirilen ve sürece yayılan bir özellik taşımasından ileri gelmektedir. 28 Şubat'a dair sözü edilen farklılığın bir diğer noktasını ise askeri müdahalenin meydana gelmesinde süreçte rol oynayan aktörler oluşturmaktadır. Dolayısıyla TSK ile birlikte 28 Şubat aktörlerinin de dâhil olduğu bir askeri müdahale söz konusu olmaktadır. Ancak tüm bu belirtilenlerin yanında 28 Şubat'ta diğer askeri müdahalelerden farklı olarak fiili bir müdahale gerçekleşmemesinden ötürü askeri bir darbe olarak görülmeyebilmektedir. Dolayısıyla 28 Şubat'ın demokrasiye aykırı bir nitelik taşımadığı, aksine demokrasinin önünü açan bir süreçten ibaret olduğu olgusu bu döneme dair tartışma konusu yapılan bir husus olmuştur. Bu çalışmada 28 Şubat'ın Türkiye'nin yakın tarihinde önemli bir siyasi olay olduğu, ardından 28 Şubat'ın demokratik yaşamı zedeleyen bir süreç olduğu kabulünden hareketle 28 Şubat ve sürecin aktörleri ele alınacaktır. Çalışma her ne kadar genelde TSK-siyaset ilişkisine temas etmiş olsa da, özelde çalışmanın esas konusunu 1993-2000 yıllarını kapsayan 28 Şubat ve sürecin aktörlerinin değerlendirilmesi oluşturmaktadır. ; From past to present, Turkish democracy has been interrupted many times by military interventions in the country. The February 28th Postmodern Coup is one of them. In this context, one of the points of distinction regarding the military intervention mentioned is that has a feature that was carried out openly and spread throughout a process. Another point of the difference mentioned is the roles that played by the actors of the military intervention. Therefore, there is a military intervention involving the Turkish Armed Forces and the February 28th actors. However, in addition to all the mentioned aspects it ...
Sosyal düzen vurgusunun ön plana çıktığı, karşılaşılan sosyal sorunlarda aile, dini kuruluşlar ve vakıfların aracı rol üstlendiği muhafazakâr refah rejimi anlayışının, Almanya özelinde dönüşüm gösterdiği görülmektedir. Teorik açıdan bakıldığında bu refah rejimi kapsamında devletin rolleri sınırlı ve az düzeyde müdahalecidir. Devletin temel görevi var olan hiyerarşik düzeni sağlaması ve korumasıdır. Ancak küreselleşme ile başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte gerek toplumsal cinsiyet rollerinin değişmesi gerekse demografik değişimler muhafazakâr refah rejimi modelini de dönüşüme zorlamıştır. Bu noktadan hareketle çalışma kapsamında muhafazakâr refah rejimi anlayışının Almanya özelinde yaşadığı değişim ve dönüşümün ele alınması amaçlanmıştır. Bu amaç paralelinde yapılan değerlendirmeler neticesinde devletin toplumsal anlamda yaşanan değişim ve dönüşümlere uyum sağlama amacıyla; sosyal yardım ve hizmetler, kadın istihdamına yönelik işgücü piyasalarına müdahale ve emeklilik üzerinden yapmış olduğu düzenlemeler ile sorumluluğunu artırdığı sonucuna ulaşılmıştır.
Bu çalışma, antropolojinin barış çalışmaları ve barış inşası sürecindeki rolünün ortaya konulmasını hedeflemektedir. Bu doğrultuda, Soğuk Savaş sonrası dönemde etkin bir paradigma olarak kabul edilen liberal barışın, neden sürdürülebilir barış inşa edemediği sorusuna, Bosna-Hersek örnek ülkesi ile cevap verilmeye çalışılacaktır. Diğer bir ifadeyle, Batı'nın çatışma bölgelerine müdahale etmesine temel teşkil eden liberal söylemin, Bosna-Hersek örneği göz önünde bulundurularak, barış inşasında nasıl başarısızlığa uğradığı analiz edilecektir. Liberal barışın temel başarısızlık nedeninin, yerelin barış inşasının dışında bırakılması ve çatışma sonrası sürecin kırılgan yapısının dikkate alınmaması olduğunu savunan çalışmada, Batı'nın ön planda olduğu (yukarıdan-aşağıya) barış inşa şekli araştırılmaktadır. Yerelin ve uluslararası olanın beklenti ve taleplerine göre oluşturulacak bir barışın, sürdürülebilir barışı mümkün kılacağı üzerinde durulmaktadır. Bu nedenle antropolojinin, barışın sürdürülebilirliğini sağlamada barış inşasına ve dolayısıyla barış çalışmalarına katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Modern devletin vazgeçilmez unsurlarından biri olan egemenlik anlayışı önemli bir dönüşüme uğramıştır. Bugün Jean Bodin'in kurumsallaştırdığı; mutlak, bölünemez ve sürekli olarak nitelendirilen klasik egemenlik anlayışından bahsetmemiz mümkün değildir. Klasik egemenlik anlayışının geçirdiği dönüşümün çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepleri hukuk devleti, insan hakları, kuvvetler ayrılığı prensibi ve uluslararası kuruluşlar olarak ifade etmemiz mümkündür. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan uluslararası kuruluşlar devletlerin egemenliğine müdahale konusunda oldukça dikkat çekicidir. Egemenlik anlayışının geçirdiği bu dönüşüm sırasında dünya birçok katliama ve savaşlara tanıklık etmiştir. Bu doğrultuda da önce ad hoc mahkemeler kurulmuş ardından da Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin kuruluşuna giden süreç başlamıştır. 17 Temmuz 1998 tarihinde kabul edilip, 1 Temmuz 2002'de yürürlüğe giren Roma Statüsü ile de Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulmuştur. Devlet egemenliğine önemli bir müdahale anlamına gelen Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin yargılama yetkisi konusunda tamamlayıcılık ilkesinin kabul edilmesiyle, devlet egemenliğine yapılan müdahalenin daha aza indirgenmesi amaçlanmıştır. Aynı zamanda da Statü'ye taraf olacak devlet sayısını arttırmak amaçlanmıştır. ; Our understanding of sovereignty, which is one of the essential factors of modern state, has undergone a significant transformation in time. Today, it is impossible to mention a classical understanding of sovereignty which was institutionalized by Jean Bodin as; absolute, indivisible and perdurable. There are various reasons that caused the transformation of classical sovereignty; it can be said that these reasons are constitutional state, human rights, principle of separation of powers and international organizations. The international organizations, especially established after the First and Second World Wars, are quite significant instruments in the process of intervening to the sovereignty of states. During the transformation of understanding of sovereignty, the world had witnessed numerous massacres and wars. In this respect, firstly ad hoc tribunals had been established, after that the process towards the establishment of International Criminal Court started. International Criminal Court was established with Rome Statute which was acknowledged on July, 17, 1988 and inured on July, 1, 2002. Through the acceptance of complementarity principle in terms of International Criminal Court's jurisdiction, it is intended to minimize the intervention to the sovereignty of states. Also, it is aimed to increase the number of states parties to the Statute.
This research examines the question of interventionism from the perspective of realism vs. idealism. Realism is defined in relationship to states' national interests whereas idealism is defined in relation to the UN's Responsibility to Protect doctrine—a doctrine heavily influenced by Western rhetoric over the past decade. By addressing the question of interventionism from this standpoint, by way of a case study of Libya and Syria, a picture of the realistic implications of ―humanitarian intervention‖ becomes clear. Idealistically, humanitarian interventionism is a process that stops atrocities and establishes peace and prosperity. Realistically, interventionism allows Western businesses to reap the spoils of destabilization—as has been seen in Libya with the Libyan oil fields being claimed by Western oil companies—and as is being seen in Syria, with the threat of invasion bound to have detrimental effects on the construction of a new pipeline that bypasses the Turkey-Israel pipeline. Syria also presents itself as the last bastion for Russian naval presence in the Mediterranean, a role that Russia is not likely to see Syria yield up, and which poses significant problems to the West as it readies itself for a possible strike on Syria. This research seeks answers to question of what the Western states' national interests in humanitarian intervention in Libya and Syria? It examines the need for intervention, discusses the evidence of atrocities, and concludes that even when evidence is apparent there is no consistency in terms of Western response. Only when Western powers see an opportunity to secure their national self-interests does intervention become an imperative. This study concludes that humanitarian intervention is at best an idealistic notion that the UN supports and at worst it is an oxymoron, a glossy façade that allows Western powers to raid countries from which it has something to gain. Öz:Bu araştırma müdahalecilik sorusunu realizm ve idaelizm ideolojilerini karşılaştırarak incelemektedir. Realizm, ülkelerin kendi çıkarları ile ilişkilendirebilinirken, idealizm, geçmiş yüzyılarda Batı sözbiliminden oldukça etkilenmiş BM'in ‗koruma sorumluluğu' mezhebi ile tanımlanır. Libya ve Suriye örnekleriyle bu bakış açısından müdahalecilik sorusunu ele alarak, insancıl müdahale kavramının gerçekci etkileri netleşmektedir. İdealistik olarak, insancıl müdahalecilik, vahşeti durdurma ve, barış ve refahı sağlama sürecidir. Realistik olarak da, daha önce Libya'nın başına gelen, Libya petrol sahalarının Batı petrol şirketleri tarafından talep edilmesi gibi müdahalecilik batı işletmelerinin istikrarsızlaştırma ganimetini biçmesine izin verir. Şu anda da Suriye'de görüldüğü gibi işgal tehdidi nedeni ile Türkiye-İsrail boru hattının yanından geçen yeni bir boru hattı inşası üzerindeki zararlı etkileri de buna bir örnektir.Suriye, aynı zamanda da, Rusya'nın Akdeniz'deki varlığının son kalesi olmasından dolayı, Rusya'nın Suriye'nin teslim edildiğini görmek istememesi, Suriye'ye saldırı yapmaya hazırlanan Batı'ya ciddi problemler oluşturmaktadır. Bu araştırma Batı ülkelerinin Libya ve Suriye'de ki insancıl müdahalelerin üzerindeki çıkarların nedenlerini sorgulamaktadır. Müdahale gereksinimini incelemekte, vahşet delillerini tartışmakta ve Batı tepkilerinin tutarsız olması kanaatine varmaktadır. Batı güçleri sadece kendi çıkarlarını koruma altına almak için bir fırsat gördükleri zaman müdahale, zorunluluk haline gelmektedir. Bu araştırma insancıl müdahalenin iyi yönden bakıldığı zaman, BM'in desteklediği idealistik bir kavram, kötü yönden bakıldığı zaman ise bir oximoron; Batı güçlerinin çıkarı olduğu ülkelere baskın yapmasına izin veren sahte bir cephedir. ; Master of Arts in International Relations. Thesis (M.A.)--Eastern Mediterranean University, Faculty of Business and Economics, Dept. of International Relations, 2015. Supervisor: Assist. Prof. Dr. John Turner.
In: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü dergisi: Dokuz Eylul University the journal of Graduate School of Social Sciences, Band 25, Heft 4, S. 1663-1694
Devletin finansal piyasalara müdahale gerekçeleri, gerek kamunun ekonomik ve finansal alandaki rollerinde yaşanan teorik dönüşümler, gerekse de ülkelerin ve sektörlerin dinamik yapıları göz önüne alındığında tarihsel olarak sürekli değişim göstermiştir. Özellikle 1980'li yıllar itibariyle finansal serbestleşme hareketlerinin ivme kazanması ve bu sürece 1990'lı yıllarda küreselleşme olgusunun da eklenmesi, söz konusu değişimin temel noktasını oluşturmuştur. Finansal piyasaların kendi hallerine bırakıldığında krizlere açık bir görünüm sergilemesi ve finansal sistemde oluşabilecek problemlerin ekonominin genelini etkileyebilecek olması, finansal regülasyon tartışmalarına ivme kazandırmıştır. Buradan hareketle çalışmada, 1980'li yıllardaki deregülasyon faaliyetleri sonrasında tekrardan gündeme gelen finansal regülasyonların gerekçeleri kavramsal ve teorik açıdan incelenmektedir. Bugün genel kabul gören yaklaşım çerçevesinde düzenleyici otoritelerin uyguladıkları optimal regülasyon dengesinde hizmet ettikleri amaçları; finansal piyasalardaki başarısızlıkları engellemek, sektörü sistemik risklerden korumak, finansal kurum müşterilerini korumak, piyasadaki mevcut etkinliği artırmak, diğer sosyal hedefleri gerçekleştirmek ve parasal-finansal istikrarı sağlamak şeklinde sıralamak mümkündür.
Çocukların sağlıklı beslenme alışkanlığı edinmeleri ve sağlıklı gelişmeleri için dengeli ve yeterli beslenmelerinin önemi bilinmektedir. Erken çocukluk döneminde beslenmeyle ilgili faktörlerin anlaşılabilmesi, bu dönemdeki sosyal çevre ve aile ortamının daha iyi anlaşılmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü, yapılan çalışmalar, okul öncesi dönemde, ebeveynlerin, özellikle de annelerin besleme sosyalleşmesinde çok önemli bir rol üstlendiğini ortaya koymaktadır. Annelerin beslemeye yönelik davranışlarının, bu konudaki hedef ve inançlarından etkilendiği bilinmesine rağmen bu konuda sınırlı sayıda araştırma bulunmaktadır. Bu çalışmada Türk annelerin çocuklarını beslerken sahip oldukları hedeflerin ayrıntılı olarak incelenmesi hedeflenmiştir. Bu kapsamda 3-6 yaş arasında çocuğu olan 18 anneyle odak grup görüşmeleri yapılmış ve elde edilen verilere tematik analiz uygulanmıştır. Araştırma sonucunda, annelerin sahip oldukları başlıca hedefler, "Sağlık", "Beceri geliştirme", "Bağ güçlendirme" ve "Anne odaklı hedefler" olarak isimlendirilmiştir. Elde edilen bulguların, çocukların erken dönem beslenmelerini iyileştirmek amacıyla geliştirilecek olan müdahale programlarının etkililiğini arttırmak için fayda sağlayabileceği düşünülmektedir.
Roman, çeşitli yapı unsurlarından teşekkül eder. Bu unsurlardan biri olan şahıs kadrosu ile yazar arasında bazen muayyen bazen müphem bir ilişki bulunmaktadır. Söz konusu ilişkinin yazar nezdindeki karşılığı, kişilerine yüklediği vazifede saklıyken sözünü onlara emanet etmesinde tezahür eder. Yazarın bu emaneti başkişiye vermesi, hatta başkişinin de tarihî bir kahraman olması, yazar ile kahraman arasında farklı bir bağın olabileceğini düşündürür. Bu bağlamda değerlendirilebilecek eserlerden biri, Nezihe Araz'ın Dertli Dolap adlı romanıdır. Yazar hem tarihî hem de biyografik özellik gösteren bu romanında, ilahi bakış açısı ile yazar-anlatıcı olarak yer almış ve başkişisi olan Yunus Emre ile münasebetini aşikâr etmiştir. Zira Yunus Emre'nin hayat öyküsünü kendi yaşadıkları ile özdeşleştiren yazar, onun Tapduk Emre ile uyanışını kendisinin Kenan Rıfai'yi tanıdıktan sonra değişen hayatı ile örtüştürmüştür. Dolayısıyla yazar, Yunus Emre'yi anlatırken kendisini de anlatmış, onunla olan bağlantısını ise hayat öykülerinin benzerliği ve santimantal yaklaşımı hasebiyle hem kahramanına söyletmiş hem de romanın akışına müdahale ederek göstermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu XIX. yüzyılda dağılma sürecindeydi. Osmanlı idaresindeki, Balkan coğrafyasında yaşayan gayrimüslim unsurlar milliyetçi fikirlerin etkisiyle ayaklanmaya başlamıştı. Bunlardan Bulgarlar, Rusya'nın desteği ile süreç içinde güç kazanmışlardı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefanos Antlaşması'na göre bağımsız bir Bulgar Krallığı kurulması öngörülüyordu. Rusya'nın Bulgaristan üzerinden sıcak denizlere inme hedefine ulaşmasını ve Balkanlarda mutlak üstünlük kurmasını sağlayacak bu gelişme üzerine başta İngiltere olmak üzere büyük devletler duruma müdahale etmiş ve Berlin'de yeni bir antlaşma yapılmasını sağlamışlardır. Berlin Antlaşması ile sınırları daraltılmış özerk Bulgar Prensliği kurulmuş ve Osmanlı Devleti'ne bağlı Doğu Rumeli Vilayeti oluşturulmuştur. Bulgarlar, Doğu Rumeli'deki Osmanlı nüfuzunu zayıflatarak bölgeyi hâkimiyetleri altına almak için Filibe'de isyan çıkarmışlardır. Bölgede çatışmalar olmuş ve yaşanan hadiseler yabancı basin tarafindan akip edilmiştir. Nitekim Amerikan basınının da bölgedeki olayları tüm boyutlarıyla takip ettiği, haber ve yorumlarının Bulgarlar lehine olduğu görülmüştür. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri'nin Osmanlı coğrafyasına yönelik siyasi ve ekonomik ilgisinin göstergesi sebebiyle ayrıca önem taşımaktadır.
Mekânın iletişimsel dili kentin anlatısını oluşturan işaret ve sembollerle doludur. Arkasında pek çok anlamı barındıran ve bize mesajlar ileten bu mekânsal çevre bizim deneyimlerimiz, davranışlarımız, bilişsel algımız ve hafızamızla birlikte sosyal ve kültürel bir anlatıya dönüşür. Kentin anlatısı, mimari mekânın yalnızca işlevsel, sosyal ve kültürel ilişkileri ile değil aynı zamanda ideolojik mesajlarla şekillenir. İktidar; mimarlık ve kenti ideolojileri doğrultusunda kullanırken biçim, malzeme, konum, mekânsal hiyerarşi, anıtsallık gibi somut tasarım araçlarına müdahale etmektedir. Ancak buna ek olarak siyasi otorite, mekânın tanımlanması ve adlandırılmasında kullandığı terminoloji ile (bazen fiziksel müdahaleye bile gerek kalmadan) mekânı ve mekânsal pratikleri "dilde" dolayısıyla bellekte yeniden biçimlendirmektedir. Bu çalışma kentin anlatısının mekânsal imgelemlerle (yeniden) anlamlandırılması üstüne deneysel bir araştırmadır. Bu kapsamda; yer isimlendirme örnekleri anma/hatırlatma nitelikli kullanılan ön isimlerin (belirten) çağrışımları ve mekân türünü/tipolojisini tanımlayan terimlerin anlam yükleri üzerinden iki durum ile ele alınmış ve Türkiye'de siyasi bir pratik olarak yer isimlendirmelerinin güncel örnekleri incelenmiştir.
ozET Cumhuriyet sonrası TiifuUe'de din öğretimi memleketi idare edenlerin dünya ve s,yasi görüşlerine göre farklılık göstermektedir. Tartışmalann agılık merkezi: Resmi okullarda din öğretimi olmah mıdr? Olmalıysa nasıl olmalıdır? Mesleki dineğitimi veren okullar ne kadar olmahdır? Diğer okullar arasındaki konumlan nedir? Gibi sorulara cevap aranmag , bu fa ılıklann kaynğını oluşturmaktadır. 1960 sonrasında Türk siyasetinde askeri müdahalelerin belirleyiciliğigözlenmektedir. Bu müdahaleler iktidar degişiklikleine sebep olmuşlardır, Her iktidar din öğretimine kendi dünya ve Syasi görüşü doğruftusunda yaklaşmıştır. 1960 ve1970 askeri müdahalelei din öğretimini doğrudan etkilememişti. Fakat 1980 ve 1997miidahaleleinde doğrudan nüdahaleden söz edilebilir. 1980'de din öğretimi lehinde kararlar ahnmıştır. Din öğretimi okullarda okutulan zorunlu dersler staiüsünegetkilnişti. llköğretimde Ahlek dersleiyle bileştiilerek haftada iki saate çıkanlmıştır.Mesleki din eğitimi veren yükseköğretim kurumlan İtahiyat fakültelerine dönüştürijlmüşlür. 1997'de özellikle oıtaöğretim düzeyindeki mesleki din eğitimininokul sayısına ntjdahale edilmiştir. Aynca bu okullann yijkseköğretime girmelerinebazı kısıtlamalara sebep olacak karalar aldnülmüştır. Bunun sonucunda bu okullaragitmek isteyen öğrenci sayısında önemli azalmalar olnuştur. Yükseköğretim düzeyinde mesleki din eğitimi kurumlan öğrenci sayülan ksıtlanmıştür 1997'ye kadar genel anlamda din öğretimi ve meslekf din egitimi sahalannda olumlu gelişmeler olduğu söylenebilir. ABsTRAcT Religious Education in Turkey After 1960 it is differances about religious education, according to wordly and politicalopinions of Tuıkey's administrators, after republic. Thats are weighty disputations: Shuld religious education be in official schools? How should this religious educationbe? How many should be schols giving professionel religious education? What arepsiİions of these scho/s among the other schools? The anwers of fhese guestionsare source of these differences. lt iS obseved mititary blows' ...
Thesis (Master)--Izmir Institute of Technology, City and Regional Planning, Izmir, 2019 ; Includes bibliographical references (leaves: 91-99) ; Text in English; Abstract: Turkish and English ; Cities are complicated and dynamic structures. Urban agenda has changed constantly. Urban planning has to follow and reshape this dynamism as a return. Cities are under constant restructuring with parallel to spatial, economic, social and political conditions. In recent years, urban transformation has become turning point in planning system and occupied dominant role as a policy tool in Turkish context. Urban transformation has come to the planning agenda as an indispensable policy tool. Especially in the last two decades, urban transformation projects became a tool of spatial restructuring processes and solving major problems such as illegal housing, disaster risk, and uncontrolled urban sprawl. Moreover, with the generalization and reinterpretation of the context of transformation caused conceptual and practical confusion. The implementation of the urban transformation projects is taken place almost in all Turkish cities; however, it has felt more in big metropolitan cities as in the case of first Istanbul and then Ankara. The city of İzmir, seems to be subjected to all these discussions. This study first discusses the urban transformation concept as a tool of planning, by clarifying its principles on a global scale. After, it evaluates Turkey's performance on a holistic approach, which means all interventions that caused transformation at the citywide level in the case of İzmir central areas. The analysis has conducted using multidimensional spatial data in GIS database in relation to general policies and legislation. All urban transformations projects in İzmir have digitalized geographically on a map to evaluate their location and attributes in relation to urban plans. As a result of these analyses, it has been concluded that despite the urban transformation concept was proposed as a solution to problems of the cities, it has evolved into a new problematic because of fragmented and speculative rent seeking activities or ineffective applications. The study aims to highlight these deficiencies and offer solutions. ; Kentlerin karmaşık ve dinamik yapısının bir sonucu olarak, kentsel gündem ve planlama sorunları değişmekte ve yeniden şekillenmektedir. Kentlerle ilgili araştırma konuları, mekansal, ekonomik, sosyal ve politik değişimlere paralel olarak zaman içerisinde evrilmiştir. Son yıllarda, kentsel dönüşüm ve bununla ilişkili yenileme, rehabilitasyon, iyileştirme gibi kavramlar kentsel planlama gündeminde önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye'de dönüşüm uygulamalarının kentsel plan ve proje süreçlerinde baskın bir rolünün olduğu görülmektedir. Bu uygulamaların etkileri başta metropoller olmak üzere, tüm ülkede, Batı deneyimlerine göre daha yoğun olarak hissedilmektedir. Kentsel dönüşüm uygulamalarının yasadışı konut, afet riski, kontrolsüz kentsel yayılma gibi kentsel sorunlara bir çözüm oluşturması beklenirken, özellikle son yirmi yılda kentlerin mekansal yeniden yapılanma süreçlerinde yeni sorunlar yarattığı görülmüştür. Bunun yanı sıra, kavramın popülerleşmesiyle, çeşitlenen müdahale biçimleri "dönüşüm" kavramı altında genellenmektedir. Bu durum, dönüşüm kavramının kapsamının belirsizleşmesine yol açmış, çeşitlenen doğru müdahale biçimlerinin kurgulanmasını geri plana atmıştır. Bu çalışmada öncelikle kentsel dönüşüm kavramı global ölçekten planlamanın bir aracı olarak tartışılmıştır. Türkiye'deki uygulamaların değişme biçiminin incelenmesinin ardından, müdahale biçimleri bütüncül bir yaklaşımla, hem kentsel dönüşüm çalışmalarını hem de büyük kentsel projelerin bu çalışmalara etkilerini de göz önünde bulundurarak ele alınmıştır. Bütün bu çalışmalar, CBS ortamında dijitalleştirilerek haritalandırılmış ve analizlerle yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu analizler sonucunda, kentsel dönüşümün şehirlerin sorunlarına çözüm olarak önerilmesine ve bazı noktalarda bunu başarmasına rağmen, yanlış ya da eksik uygulamalar nedeniyle bugün geldiği noktadaki sorunlar tespit edilmeye ve çözüm önerileri getirilmeye çalışılmıştır.