In: Ortadoğu etütleri: siyaset ve uluslararası ilişkiler dergisi = Middle Eastern studies : journal of politics and international relations, Band 15, Heft 4, S. 323-342
Bu çalışmanın amacı, Boko Haram terör örgütü ve Orta Afrika'da bölgesel güvenlik sorunlarının ortaya çıkmasındaki temel faktörleri, güvenlik sorunlarını, küresel ve bölgesel aktörlerin yaklaşımını analiz etmektir. Boko Haram, özellikle Nijerya'da faaliyet gösteren bir terör örgütüdür ve yıllar içinde Orta Afrika bölgesine genişleyerek bölgesel güvenlik endişelerini artırmıştır. Sınırların geçişkenliği, yoksulluk, işsizlik, devlete karşı güvensizlik ve bölgesel terörist gruplar arasındaki bağlantılar, örgütün Orta Afrika'da yayılmasının temel faktörleridir. Bu yayılma, kitlesel nüfus yer değiştirmelerine, ekonomik bozulmalara ve topluluklar arası gerilimlere yol açmıştır. Birleşmiş Milletler (BM) ve Orta Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu (Economic Community of Central African States – ECCAS) gibi küresel ve bölgesel aktörler, Boko Haram'a karşı istihbarat ve güvenlik iş birliğini artırmış ve uluslararası düzeyde çeşitli ortaklıklar kurulmuştur. Ancak, Boko Haram'ın Orta Afrika'da oluşturduğu tehdit, bölgesel ve uluslararası düzeyde koordineli bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bu tehdide karşı yapılan askeri operasyonlarla birlikte, uzun vadeli istikrar için yoksulluk, eğitimsizlik ve çatışmanın nedenleriyle mücadele edilmesi stratejik öneme sahiptir.
Güney Afrika'da 1948 yılında başlayan Apartheid rejimi 27 Nisan 1994 yılında gerçekleştirilen ülkenin ilk ve çok partili demokratik seçimlerine kadar hâkim yönetim anlayışı olmuştur. Apartheid rejimi hükümetleri medyayı kendi kontrolleri altında tutmak için hem yasalardan hem de idari kontrol gücünden yararlanmıştır. Daniel François Malan ile başlayan ve 1960'larda zirveye ulaşan Apartheid rejimi basını ve tüm medyayı kontrol altına almıştır. Afrikaanca dilinde yayın yapan basın kuruluşları rejimin sözcüsü gibi hareket ederken, muhalif İngilizce basın sansüre maruz bırakılmıştır. Radyo ve televizyon sektörleri de Güney Afrika Yayın Kurumu (South African Broadcasting Corporation – SABC) tarafından kontrol edilmiş ve kurum tam anlamıyla 1980'lerin ikinci yarısından itibaren başlayacak olan liberalleşme dalgasına kadar televizyon ve radyo alanında ülkedeki tekel konumunu korumuştur. Sinemada durum bundan farklı değildir. A Şeması ve B Şeması sübvansiyonlarıyla Apartheid hükümetleri sinema sektörünü kontrol etmiş ve filmlerin otosansüre bağlı olmasını sağlamıştır. Apartheid ideolojisine aykırı filmlerin veya eleştirel filmlerin özgür bir şekilde halka gösterilmesi mümkün olmamıştır. Örneğin, eleştirel bir filmin yönetmeni olan Gibson Kente, How Long (1976) filminin içeriği yüzünden tutuklanmıştır. 1980 – 1990 döneminde üçüncü sinema ve eleştirel filmlerin yükselişe geçmesi ülkenin içinde bulunduğu siyasal ortamla direkt olarak bağlantılıdır. Apartheid rejiminin zayıflaması üzerine üçüncü kuşak sinema ve eleştirel filmler mevcut rejime karşı çok önemli bir sanat aracı olarak karşı durmuştur. Sistem ve hükümet eleştirisi yapmışlardır. Eleştirel filmler ve üçüncü sinema Apartheid rejiminin çözülme yıllarında demokrasi mücadelesini destekler nitelikte Apartheid eleştirisi yapmışlardır. Bu kuşağın en önemli özelliği rejim ve sistem eleştirisi yapmasıdır. Sinema alanına özgürlüğü getiren iki husus vardır. Birincisi, Güney Afrika'nın 1980'lerden itibaren büyük bir yıkıma sebep olabilecek bir iç savaşa doğru sürüklenmesidir. Bundan çekinen Apartheid hükümetleri sadece sinemayı değil, basın ve televizyon olmak üzere birçok medya alanını kısmen de olsa özgürleştirmiştir. Baskıları hafifletmiş ve muhalif gazetelerin yayınlarına izin verilmiştir. Bu ortamdan faydalanan yönetmen ve yapımcılar 1980 – 1990 döneminde üçüncü sinema kuşağını ve eleştirel filmleri beyaz perdeye aktarmışlardır. Sinema alanına özgürlüğü getiren ikinci ve en önemli husus siyasal dönüşümdür. Siyasal dönüşümün neticesinde demokrasiye geçilmesinin temel sebepleri uluslararası baskı, Güney Afrika'ya uygulanan ambargolar, siyahların silahlı mücadelesi ve ülkenin uluslararası toplumdan izole edilmesidir. Sinema Apartheid döneminde hükümetlerin baskısı altındayken siyasal dönüşümden sonra özgürlük ortamına kavuşmuştur. Siyasal dönüşümün en önemliayağı olan anayasa çalışmaları neticesinde 1996 Anayasası yapılmıştır. Bu anayasada medya ve ifade özgürlüğü garanti altına alınmıştır. İfade özgürlüğünün anayasal garanti altına alınması ırksal çeşitliliği ve demokrasisi sayesinde 2000'lerin başında gökkuşağı ulusu olarak nitelenen Güney Afrika'da sinemacıların özgür bir şekilde sanatını icra etmesine olanak tanımıştır. Siyahlar sinemada ayrıma ve ırksal kategorizasyona bağlı olmadan özgür bir şekilde sanatçı ve yapımcı olarak faaliyet göstermeye başlamışlar ve eleştirel yönü kuvvetli filmler çekebilmişlerdir. Makalenin amacı Güney Afrika'da sinemanın Apartheid döneminde ve sonrasındaki değişimini, bu değişimde üçüncü sinema dalgasının etkisini ortaya koymaktır. Bunu anlatabilmek aynı zamanda Apartheid rejiminin siyasal tarihine de değinmeyi gerekli kılar. Güney Afrika'da sinema siyasetten ayrı düşünülemez. Apartheid rejimi sinemayı sansür ve başka araçlarla kontrol altında tutmuştur. Apartheid hükümetlerinin baskısı yumuşadıkça sinemada özgür sesler duyulabilmiştir. Apartheid rejiminin çökmesiyle sinema aktörleri ve yapımcılarının özgürleştiğini görüyoruz. Makalede bu amaca uygun olarak yöntem seçiminde hassasiyetle davranılmış ve gelenekselci – tarihselci yöntem seçilmiştir. Sinemanın gelişimini ve değişimini sosyal ve siyasal bağlamından kopartamayız. Bu sebeple sosyal vakaları bir laboratuvar ortamında çalışmayı öneren davranışsalcı yöntemin yerine tarihsel ve sosyal bağlamında değerlendiren gelenekselci – tarihselci yaklaşım benimsenmiştir. Raymond Aron sosyal bilimlerde ve uluslararası ilişkiler çalışmalarında gelenekselciliği benimseyen bilim insanlarından biridir. Aron'a göre, sosyal vakalar yaşanan sosyal ve siyasal bağlamından kopartılamazlar. Bu sebeple makalede sinemanın gelişimi tarihsel ve sosyal olaylar bağlamında ele alınmış ve gelenekselci yöntem benimsenmiştir. ; In 1948, National Party won the elections under the leadership of Daniel François Malan. François Malan was the founder of Apartheid regime in South Africa. He wanted to divide the country into different races. In this system, black people were isolated from all segments of society and also government of the country. Afrikaans government exploited natural resources of the country and made black people slave and ordinary workers. African National Congress and blacks were organized by Nelson Mandela and his revolutionary friends to topple the regime. In 1980s and 1990s, Apartheid regime was weakened by international isolation, embargoes, economic recession, and armed attacks of African National Congress because of its racist stance. Upon this desperate situation, President of South Africa of that time Frederik Willem de Klerk started the era of political transformation by releasing Nelson Mandela and political prisoners from jail and opening the doors for negotiations. After hard negotiations between governing National Party and African National Congress, on 27 April 1994, African National Congress won the elections and Nelson Mandela was elected as the President of South Africa. In 1996, a new constitution was written. With this constitution, freedom of expression and media was taken under the guarantee of the constitution. This environment freed cinema and other types of media from Apartheid regime's fences. Since that time, South Africa has been called the rainbow nation for its various races, languages, and religions. During Apartheid regime, cinema and other types of media were controlled by Apartheid governments and Afrikaans people. Afrikaans press was the mouthpiece of the governing National Party. English press was censored by Apartheid governments and bureaucrats. Critical press and films were censored. South African Broadcasting Corporation (SABC), which was established in 1936 with an official act, has been the state monopoly of radio and television until the mid-1980s. Also, SABC was the mouthpiece of Apartheid governments. Cinema also has been censored until the mid-1980s. Apartheid governments created and used A Scheme and B Scheme Subsidies to control cinema sector. While A Scheme Subsidy was for English and Afrikaans films, B Scheme Subsidy was created for black films including black actors and languages. Films, which benefited from these subsidies, couldn't become critical of Apartheid governments. Critical films were censored and maybe banned according to their degrees. For instance, Gibson Kente, an important director of Apartheid era, was arrested because of his film called How Long (1976) and its critical context. However, political transformation, which was born because of economic recession, international isolation and armed struggle of African National Congress, changed this desperate situation. In 1980s and 1990s, third cinema and critical films developed in South African cinema. These films and third cinema criticized the system of Apartheid and governments. Also, father figure of state was criticized because of its brutal killings. These films were My Country My Hat (1983), Mathata (1984), Mapantsula (1988), the Chicken Man (1990), and Midnite Rush (1990). These cinema milestones criticized Apartheid regime and the system. Thanks to political transformation, which commenced in the late-1980s by National Party and African National Congress, South African cinema has seen an important freedom environment to produce films until today. While Apartheid regime was preventing black people from being actors and directors of films, in new rainbow nation black people can reach these positions while not being isolated by the whites of society. Ramadan Suleman, Khalo Matabane, Teddy Mattera, Zola Maseko, Ntshavheni Wa Luruli, John Kani, and Madoda Ncayiyana are important actors and directors of the new period. Moreover, in this new period black people can reach the presidency of South Africa. After Apartheid, the National Film and Video Foundation was founded to equally support film directors and actors whatever their races or religions. Today, South African cinema provides equal opportunities for blacks and whites. Blacks can take reasonable share from cinema sector today. The purpose of this article is to show changing nature of cinema during and after Apartheid, and impacts of the wave of third cinema on this changing nature. Being able to explain this also makes it necessary to touch upon political history of the Apartheid regime. Cinema in South Africa can't be separated from politics. The Apartheid regime controlled cinema through censorship and other means. As the pressure of the Apartheid governments decreased, free voices could be heard in the cinema. With the collapse of the Apartheid regime, we see the liberation of cinema actors and producers. In the article, the selection of the method in accordance with this purpose has been carefully treated and the traditionalist – historicist method has been chosen. We cannot isolate the development and change of cinema from its social and political context. Because of this reason, the traditionalist - historicist approach, which evaluates social cases in historical and social context, has been adopted instead of the behavioralist method that suggests working social cases in a laboratory environment. Raymond Aron is one of the scientists who embraced traditionalism in social sciences and international relations studies. According to Aron, social cases cannot be detached from their social and political context. For this reason, the development of cinema is discussed in the context of historical and social events in the article and traditionalist method has been adopted.
Egemen ulus devlet teorisi 1648 Vestfalya (Westphalia) Anlaşması sonrasında uluslararası ilişkiler disiplinine girmiştir. Bu anlaşma ile uluslararası ilişkilerde anarşi ortamı bir dereceye kadar kontrol altına alınmıştır. Vestfalya Anlaşması ile devletlerin egemenliği, eşitliği ve iç işlerinde bağımsızlığı uluslararası ilişkilerde karşılık bulmuştur. Devletlerin, belirli bir coğrafi alanda, belli bir nüfusa sahip, diğer devletlerce tanınan ve egemenliğe sahip olan siyasi oluşumlar olarak tanımlanması, uluslararası ilişkiler için önemli bir noktadır. Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı ve siyasal devamlılığı olarak, uluslararası alanda kişilik bulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun mali borçlarının Türkiye tarafından ödenmesi, bu siyasal mirasçılığın ve devamlılığın ispatı durumundadır. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye-Afrika ülkeleri arası ilişkilerin uzun bir tarihi geçmişi ve bağları olduğu göz önünde tutulmalıdır. Afrika kıtası kültür, etnik yapı ve dil olarak oldukça zengin bir coğrafyadır. Zengin kaynakları ve sanayileşme devriminden uzak olması nedeniyle batılı medeniyetlerin özellikle 1881-1914 yılları arasında sömürgeleştirilmesine maruz kalmıştır. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında ise dekolonizasyon süreci ile Afrika'nın modern devletleri ortaya çıkmıştır. Afrika genç nüfusu ve var olan maden zenginliğine rağmen en yoksul kıta olarak kabul edilmektedir. Hem maddi hem de insan kaynaklarının zenginliği, Afrika'nın gelişmiş ülkeler tarafından dikkat çeken bir kıta olmasına neden olmaktadır. Türkiye 2000'li yılların başına kadar göz ardı ettiği ilişkilerine özellikle "Afrika Açılım Planı" çerçevesinde önem vermeye başlamış ve Afrika ile ilişkileri farklı bir boyut kazanmaya başlamıştır. Bugün Türkiye'nin, Afrika kıtasındaki ülkelerin yeni stratejik partneri haline geldiğini söylemek mümkündür. 5 Bu çalışmanın amacı; görüşme yöntemi kullanılarak TASAM Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Afrika Dış İşleri Bakanlığı verilerini kullanılarak, gelişmekte olan Afrika – Türkiye ilişkilerini genel olarak değerlendirmek ve Türkiye'nin Afrika ülkelerine yönelik dış politikasını analiz edebilmektir. Bu bağlamda çalışma, Türkiye'nin dış politikadaki duruşu, Türk dış politikasında Afrika açılımı, ekonomi, sağlık ve eğitim boyutunda Afrika ile ilişkiler ve bu ilişkilerin geleceği değerlendirilerek literatüre katkı sağlamak amacındadır. ; Sovereignty of nation-state theory has entered the discipline of international relations after the 1648 Westphalia Agreement. With this agreement, the anarchic environment has been controlled to some extent in international relations. With the Westphalian Treaty, independence in the sovereignty, equality and non interference in the internal affairs of the states has been met by international relations. It is an important point for international relations that states are defined as political entities with a certain geographical area, a certain population, and the recognition and sovereignty of other states. Turkey, as the heir of the Ottoman Empire and political continuity, has found international character. The payment of the financial debts of the Ottoman Empire by Turkey is a condition of this political inheritance and continuity. From this point of view, it should be noted that the relations between Turkey and African countries have a long historical background and ties. The African continent has a very rich geography of culture, ethnicity and language. Due to its rich resources and distance from the industrial revolution, it has been subject to colonization of western civilizations, especially between 1881 and 1914. In the second half of the 20th century, the decolonization process and modern states of Africa emerged. Africa is considered to be the poorest continent despite its young population and its wealth of minerals. The richness of both material and human resources makes Africa a continent that draws attention of developed countries. 6 Turkey has begun to attach importance to the relations it has ignored up to the beginning of the year 2000, especially in the framework of the "African Opening Plan", and has begun to acquire a different dimension to Africa. Today it is possible to say that the countries of Africa have become new strategic partners. The aim of this study is to evaluate the developing African-Turkey relations in general and to analyze Turkey's foreign policy towards African countries using data from TASAM African Institute and African Ministry of Foreign Affairs using interview method. In this context, the aim is to contribute to the literature by assessing Turkey's position in foreign policy, African expansion in Turkish foreign policy, Africa in relation to economy, health and education, and the future of these relations.
Uzun yıllar boyunca Avrupalı devletlerin sömürgesi altında kalan Afrika kıtası devletleri, 1960'larda başlayan bağımsızlık hareketleri ile birlikte bir bir prangalarını kırmış ve bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Daha sonraki süreçte çoğunluğu itibariyle iç savaşlar, darbeler ve karışıklıklarla mücadele etmek zorunda kalan Afrika, 2000'li yıllara gelindiğinde sahip olduğu zenginlikler ve potansiyel ile birlikte parlayan bir yıldız haline gelmiştir. İşte Afrika'daki bu potansiyelin değerlendirilmesi Türkiye için büyük bir fırsattır. Bu çalışmanın amacı, Afrika Açılımı ile birlikte Afrika politikasında değişikliğe giden ve ilişkileri ortaklık seviyesine kadar getirmeyi başaran Türkiye'nin bu süreçteki kazanımlarını ve bundan sonra yapılabilecekleri irdelemektir. Çalışmada öncelikli olarak Afrika kıtasının genel özelliklerinden bahsedildikten sonra Afrika'daki örgütlenmelerve Afrika'nın sorunlarına değinilmiştir. Türkiye'nin Afrika ile olan ilişkilerinde tarihsel süreç ve Afrika'da sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri irdelendikten sonra son kısımda da diplomatik, ekonomik ve ikili ilişkilere yer verilmiştir. ; The African continent states, which had been under the colonization of European states for many years, broke chains and gained independence with the independence movements that started in the 1960s. Later, Africa has become a shining star with its wealth and potential in the 2000s, mostly forced to fight civil wars, coups and disturbances. The assessment of this potential in Africa is a great opportunity for Turkey. The aim of this study is to examine the achievements of Turkey in this process, which has changed the African policy with the African Expansion and has managed to bring the relations to the level of partnership. In this study, after mentioning the general features of the African continent, was mentioned the organizations in Africa and the problems of Africa. Examining the historical process in Turkey-Africa relations and the activities of NGOs in Africa, in the final, diplomatic, economic and bilateral relations between Turkey and Africa were mentioned.
Although slavery was a common practice in medieval Muslim societies, this subject had not been studied enough. Yet, scholars recently have begun to focus on the subject of slavery in the Muslim world, and produced new academic monographs about it. As a part of this fashion, in my paper, I will try to answer how slavery was perceived and practiced in Fātimid Egypt. Particularly, I will argue that the position of African black slaves in the Fātimid Empire goes beyond the simple dichotomy of free and un-free and of black slaves and white masters. Also, I will argue that even though African black slaves were subordinated and marginalized in the Fātimid Empire, they created new opportunities for themselves and advanced into the highest positions in the Fātimid state structure. Besides, I will argue that African black slaves (eunuchs, commanders, and concubines) were not a marginal group but a dominant one that played important roles in the Fātimid political life throughout its history.
Günümüze kadar büyük güçlerin odak noktası olan Afrika kıtası 21.YY'da da büyükgüçlerin dikkatini çekmeye devam etmektedir. Afrika Kıtası zengin yeraltı kaynaklarınasahiptir. Nitekim tarihsel süreçte bu doğal kaynaklar bölge halkı tarafından değil sömürgedevletleri tarafından kullanılmıştır. Afrika, zengin yeraltı kaynakları ile günümüzde de küreselsistemi şekillendirmeye çalışarak hegemon olma yarışına giren ülkelerin odağı halindeolmaya devam etmektedir.Bu tezde Çin Halk Cumhuriyeti ve Amerika Birleşik Devletleri'nin Afrika kıtasındakihegemonya mücadelesi Nijerya üzerinden analiz edilecektir. Afrika kıtasındaki üçüncü enzengin ülke olan Nijerya, stratejik bir öneme de sahiptir. 2000'li yıllardan itibaren küreselsistemde hem siyasi hem de ekonomik yükselişe geçen Çin, ABD'nin karşısındaki en büyükrakip ülke konumuna gelmeye başlamıştır. Bugün de Çin ve ABD Afrika kıtasındahegemonya mücadelesi içerisindedirler. Bu tezin cevap aradığı temel soru da ABD ve Çinarasında yaşanan hegemonya mücadelesinin Nijerya üzerinden nasıl geliştiği olarakbelirlenmiştir. --- The African Continent has been the main focus of great powers in the past andcontinues to draw the attention of international and local powers in the 21st century. Thecontinent has rich underground resources. As a matter of fact, these natural resources wereused by the colonial states in the historical process, not by the people of the region. Africa,with its rich underground resources, continues to be the focus of the countries that competefor being a hegemon by trying to shape the global system.In this thesis, the hegemony struggle of the People's Republic of China and the UnitedStates of America on the African continent will be analyzed through the to Nigerian country.Nigeria is the third richest country on the African continent, but it has a strategic importancein Africa. Starting from the 2000s, both the political and economic upswing in the globalsystem, China has become the largest competitor in the United States. Africa, which has beenthe focus of great powers since the past, continues to be the focus of great powers in the 21stCentury. Today, China and the United States are fighting hegemony on the African continent.The main question that the study seeks to answer is how the hegemony struggle between theUSA and China developed over Nigeria.
Afrika Birliği Kurucu Andlaşması'nın 4 (h)- ve 4(j) maddelerinde, örgütün müdahale hakkı düzenlenmiştir. Kurucu Andlaşma'nın söz konusu hükümlerinde, Birleşmiş Milletler Andlaşması'na herhangi bir atıf bulunmamaktadır. Oysa Birleşmiş Milletler Andlaşması'nın 53. maddesi uyarınca bölgesel örgütlerin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin izni olmaksızın hiçbir askeri eyleme girişemeyeceği ifade edilmektedir. Çalışmada Afrika Birliğinin askeri önlemlere başvurma hakkı incelenmiştir. Articles 4(h) and 4(j) of the Constitutive Act of the African Union regulates the right of intervention of the Union. There is no link between the related articles of the Constituttive Act and United Nations Charter. However Article 53 of the Charter states that no enforcement action shall be taken by regional agencies without the authorization of the Security Council. This paper analyses the right of the African Union to take military measures.
Türkiye'de 1998 Afrika Eylem Planı'yla başlayan Afrika'yla ilişkilerin geliştirilmesi süreci Türk dış politikasındaki değişimlerin uzantısı olarak 2005'in Afrika Yılı ilan edilmesiyle derinleştirilmiş ve 2008'den itibaren Afrika'yla ilişkiler ciddi bir seviyeye ulaşmıştır. 2011'de bahsedilen doğrultuda, 1991'den sonra devlet otoritesinin tesis edilemediği ve 21. yüzyılın ilk kıtlığını yaşayan Somali, Türk dış politikasının hareket sahalarından biri haline gelmiştir. İnsani diplomasi odağında başlayan Türkiye-Somali ilişkileri, yumuşak güç araçlarının kamu diplomasisiyle tatbik edildiği ve devlet inşa sürecine dâhil olunan bir boyuta ulaşmıştır. Çalışmada, Türkiye'nin 2011'den günümüze Somali'de yürüttüğü faaliyetler değerlendirilerek Türkiye'nin Somali politikası incelenmiştir. Türkiye'nin Somali'de yürüttüğü faaliyetler, Türkiye Yardım Modeli olarak kavramsallaştırılarak, model sayesinde insani diplomasi açısından Somalililere ve birçok araştırmacıya göre Türkiye'nin Somali'deki en başarılı aktör olduğu görülmüştür. Aynı zamanda Türkiye'nin, barışa ulaşılması ve devlet otoritesinin egemen kılınması adına Somalililer nezdinde sahip olduğu olumlu görüntüsünün kendisine Somali'de başka bir aktörün sahip olmadığı bir hareket sahası sunduğu görülmüş ve yapılması iktiza edenin faaliyetlerin derinleştirilerek sürdürülmesi olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Çalışmada basında çıkan haberler, karar alıcıların ifadeleri, akademik geçerliliği olan kitaplar, makaleler ve Somali'de faaliyet yürüten Türk kurumlarının faaliyet raporları kullanılmıştır. ; The process of developing Turkey-Africa relations began with the 1998 African Action Plan. In the following period, relations intensified with the 2005 declaration as the Year of Africa as a result of changes in Turkish foreign policy. Since 2008, Turkish-African relations have reached high levels. In 2011, Somalia, where state authority could not be established after 1991 and the first famine of the 21st century was experienced, has become one of the important areas of action of ...
Bu çalışmada, sınırlı tanıma statüsündeki Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti'nin (SADC) diplomatik var olma biçiminin ve düzeyinin incelenmesi amaçlanmaktadır. Diplomatik tanınma, devletin temel unsurları arasında sayılmamakla birlikte SADC örneğinde görüldüğü üzere devletin en azından "fikir" (idea) olarak varoluşunu destekleyen bir unsurdur. 44 Birleşmiş Milletler üyesi devlet tarafından tanınan ve Afrika Birliği'nin tam üyesi olan SADC, hak iddia ettiği Batı Sahra topraklarının tamamında egemenlik kuramadığı için fizikî ve beşerî varoluşunu temin edememiştir. Bu durum SADC'ın varlığını tartışmalı hale getirse de yokluğunu ispat etmeye de yetmemektedir. SADC'ın elde ettiği diplomatik destek, bu devletin "yarı-varlık" olarak hayatta kalmasını sağlamaktadır. SADC'ı diplomatik olarak tanıyıp tanımama kararı, aynı zamanda Afrika ve Orta Doğu'daki siyasal rekabetlerde hangi aktörün hangi ittifakta yer aldığını gösteren bir turnusol işlevi görmekte ve SADC'ın araçsallaştırılan bir "diplomatik varlığa" dönüşmesine neden olmaktadır. ; This paper aims to analyse the way and the extent to which Saharawi Arab Democratic Republic (SADR) exists diplomatically. Although it is not deemed among the constituent elements of state, diplomatic recognition is a fundamental element that supports the existence of a state at least as an "idea", as in the case of SADR. SADR is a full member of African Union and recognized by 44 UN member states, but the self-declared Saharawi state has not ensured its anthropic and physical existence due to its incapacity to exercise sovereignty over Western Sahara. This situation makes the existence of SADR problematic, albeit not sufficient to prove its non-existence. The diplomatic support SADR receives helps the Saharawi state survive as a "semi-existence". States' decision to recognize or not to recognize SADR also functions as a litmus test for political rivalries in not only Africa but also the Middle East, showing the positions of actors in their respective alliances. Thus SADR turns into an instrumentalised "diplomatic entity".
Tez ÖzetiBu tez çalışmasında ilaç sektörü özelinde fikri mülkiyet haklarının küresel ölçekte yükselişi ve bu yükselişe paralel olarak farklılaşan devlet stratejileri analiz edilmiştir. Çalışmanın temel amacı temel "ilaçta fikri mülkiyet haklarının global ölçekte sıkılaştırılmasına bazı gelişmekte olan ülkeler direnç gösterirken diğerleri neden göstermemiştir?" sorusuna cevap bulmaktır. Bu soruya cevap bulabilmek için, John M. Hobson'un İkinci Dalga Neo-Weberyan Devlet Yaklaşımı'ndan yararlanılmış ve uyarlanan bu yaklaşım karşılaştırmalı ülke örneklerine dayanılarak incelenmiştir. Bu amaçla Hindistan, Brezilya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Türkiye örnek ülkeler olarak seçilmiştir. Elde edilen bulgulara göre, devletlerin kendi politik önceliklerinde ortaya çıkan farklılıklar, altyapısal gücünde ve yoğunlaşma derecesindeki farklılıklar ve ulusal/uluslararası devlet dışı aktörlerle kurulan ilişkilerde farklılıklar –Bu çalışmada ulusal/uluslar arası devlet dışı aktörler olarak yerli ilaç firmaları, yabancı ilaç firmaları, yabancı devletler, iktisadi entegrasyonlar ve Sivil toplum örgütleri ile tüketiciler seçilmiştir.- farklılaşan devlet stratejilerinin kaynakları olarak görülmüştür. Bahsedilen teorik kurgu çerçevesinde Hindistan ile Brezilya yüksek direnç gösteren, Güney Afrika Cumhuriyeti orta seviyede direnç gösteren ve Türkiye direnç göstermeyen (uyum gösteren) ülkeler kategorisinde değerlendirilmiştir. Thesis Summary In this thesis study, the global increase of intellectual property rights in particular pharma sector, and state strategies varying according to this increase are analyzed. The aim of this study is to find an answer to the question of "Why did some of the developing countries resist to the tightening up of global intellectual property rights while some other ones didn't?" John M. Hobson's second wave Neo-Weberian State Approach is followed and analyzed according to the comperative country examples in the study. India, Brazil, South African Republic and Turkey is chosen as example countries. According to the findings of the research, differences in the political priorities, substructural power and concentration level are the sources of differeces in countries' strategies. Local and foreign pharmaceutial companies, economic integrations, non-governmental organizations, and consumers are chosen for this study as national and international non-state actors. In the frame of above mentioned theory, India and Brazil are classified as highly resistant, South Africa is classified as medium resistant and Turkey is classified as a non-resistant (compatible) country.
Bu çalışmada, özellikle soğuk savaş sonrası, önemli bir konu olarak karşımıza çıkan yumuşak güç kavramının, Mustafa Kemal Atatürk'ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti?nin dış politikasının temelini oluşturan ?Yurtta Barış Dünyada Barış? doktriniyle aynı amaca hizmet ettiği savunulmuştur. Bunun dışında Türk dış politikasındaki yumuşak gücün kullanım alanları ve Türkiye?nin günümüzde yükselen değer olan Afrika kıtasındaki Yumuşak Güç olma potansiyeli incelenmektedir. Çalışma, Türkiye?nin Osmanlı?ya dayanan tarihi geçmişine de değinmiş ve bu geçmişin Türkiye?nin yumuşak güç kaynaklarının temelini oluşturduğunu savunmuştur. Buna bağlı olarak evrensel değerleri ve politikası sayesinde cazibesinin bulunduğu dikkati çekilmiş, bu cazibe sayesinde model ülke olarak takip edilebileceği vurgulanmıştır. 1990 lı yıllardan sonra tüm dünyada olduğu gibi Türk dış politikasında da değişimle beraber Afrika Kıtasına açılım ve bu açılımın etkileri değerlendirilmiştir. Türkiye?nin yumuşak güç stratejilerinden, düzen-kurucu rol, komşularla sıfır sorun politikası, kültürel etkileşim faaliyetleri ve ekonomik-insani yardımlarla dış politikaya ağırlık verilmesi Türkiye?nin yumuşak gücünü olumlu yönde etkilemiştir. Aynı zamanda çalışmada, Türkiye?nin Afrika Kıtası ülkeleri üzerindeki yumuşak gücünün şu ana kadar ki durumu incelenmiş ve bundan sonra geliştirmeye yönelik neler yapılması gerektiğine değinilmiştir. ; In this study, it is argued that the concept of soft power encountered as an important subject after the Cold War and ?Peace at home, peace in the world? doctrine, the basis for foreign policy of the Turkish Republic which was founded by Mustafa Kemal Atatürk serves the same purpose. Also, the use of soft power tools in Turkish foreign policy and its potential as becoming a Soft Power in Africa, considered as a rising value nowadays are researched. Turkey?s background dating back to Ottoman Empire is mentioned and it is argued that these antecedents form the source of Turkey?s soft power. Consequently, Turkey?s charm is pointed by means of universal values and policies and it is emphasized that Turkey can be followed as a model state. After 1990?s with the change in the foreign policy of Turkey ? like the changes all over the world- the expansion of Africa and the effects of that expansion are then reviewed. Focusing on the foreign policy with soft power strategies such as the role of being a promoter, zero problems with neighbours, acculturation, economic and humanitarian aids has affected Turkey?s soft power positively. In the study, the case of Turkey?s soft power in Africa so far is examined and what should be done to develop this power is as well expressed.
Ujamaa, dayanışma ya da aile içi bir toplulukta yaşamak anlamına gelen Svahilice bir kelimedir. Ujamaa'nın bir terim olarak kullanılması, 1967'de daha çok politik yönleriyle popülerlik kazandı. Bağımsızlıktan kısa bir süre sonra, ilk Tanzanya Cumhurbaşkanı Julius Nyerere, Ujamaa politikasını Tanzanyalıları birlikte yaşamaya ve birlikte çalışmaya teşvik etme aracı olarak ilan etti. Ayrıca, Ujamaa politikası, sömürgecilik sırasında kaybedilen geleneksel Afrika kültürlerini restore etmeyi amaçlayan Afrika kıtasında görülen sosyalizm türleri arasında yer almaktadır. Sosyo-ekonomik refahı artırmak için hükümet, Ujamaa politikası adı altında farklı alt politikalar uygulamaya koydu. Bu politikalar kamulaştırmayı arttırmayı, köylüleşmeyi ve köye dair imkânları yüceltmeyi ve kişilere özgüven eğitimini içermektedir. Ujamaa politikası köylerde yaşayan çok sayıda Tanzanyalı nedeniyle kırsal alanların gelişmesine dayanan bir politikadır. Ekonomik ve sosyal refahı geliştirmek için kullanılan birçok çabaya rağmen, Ujamaa politikası kapitalist ülkelerden, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'den, hükümet bürokratlarından ve köylülerden farklı itirazlarla karşı karşıya kaldı. Kapitalist ülkeler, IMF ve Dünya Bankası gibi finansal kurumlarını Tanzanya'daki Ujamaa politikasını baltalamak için kullandılar. Dolayısıyla, Ujamaa politikasının başarısızlığı, kapitalist sistemin başlamasına yol açtı. Tanzanya perspektifinde kapitalist sistemin tanıtılması modernleşme olarak biliniyordu. ; Ujamaa is a Swahili word which means "solidarity or to live a communal life as a single family. The term got its popularity since 1967 when it was used more in political aspects. Soon after the independence, the first Tanzanian president Julius Nyerere declared the Ujamaa policy as a means to encourage Tanzanians to live and work together. Also, the Ujamaa policy was one among the types of African socialism which were intended to restore the traditional African cultures which were deteriorated during the colonization. İn order to improve economic and social welfare, the government introduced different subpolicies under the Ujamaa policy. Those policies were nationalization, villagization, and education for self-reliance. The Ujamaa policy based on the development of rural areas because a large number of Tanzanians lived in the villages. Despite many efforts used to improve the economic and social welfare, the Ujamaa policy faced different opposition from capitalist countries, especially the United States and the United Kingdom, and from the government's bureaucrats and villagers. These countries used their financial institutions like the IMF and World Bank to undermine the Ujamaa policy in Tanzania. So, the failure of the Ujamaa policy paved the way for the re-introduction of the capitalist system. İn Tanzania perspective the reintroduction of the capitalist system was known as Modernization.
Bu tez Soğuk Savaş'ın bitimi ile birlikte uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde yaşanan paradigma değişimlerinin bir sonucu olarak güvenlik ve kalkınma politikalarının birbirlerine yakınsamasının ortaya çıkardığı güvenlik-kalkınma bağını ele almaktadır. Çalışmada güvenlik-kalkınma bağının nasıl ortaya çıktığı ve dış politika yapım süreçlerinde ne şekilde kullanıldığına yer verilmektedir. Çalışma boyunca güvenlik ve kalkınma arasındaki karşılıklı etkileşimin ortaya çıkardığı bağ sorgulanmakta ve bu çaba ana akım uluslararası ilişkiler teorilerinin yanı sıra Postdevelopment, Kopenhag Ekolü ve Aberystwyth Ekolü gibi eleştirel yaklaşımlar ekseninde şekillenmektedir.1990'larda insan güvenliği ve insani kalkınma kavramlarının ortaya çıkması, güvenlik-kalkınma bağının teorik zeminini güçlendirirken politika yapıcılar için de uluslararası güvenlik ve kalkınma politikalarının tasarımı, yapımı ve uygulanması noktasında fonksiyonel ve bütüncül bir etki kaynağı meydana getirmiştir. Ancak güvenlik-kalkınma bağının küresel aktörler tarafından nasıl algılandığı, tecrübe edildiği ve hangi kanallar aracığıyla uygulandığına yönelik tüm çevrelerce ortak kabul gören bir çerçeveye sahip olmayışı bu bağ aracılığıyla oluşturulan dış politika pratiklerine yönelik sorgulamaların önünü açmıştır. Bu argümandan hareketle çalışmada AB, ABD ve Çin'in -yoğun bir güvenlik-kalkınma bağı gündemine sahip olan 2000 sonrası Afrika dış politikası incelenmiştir. Bu çalışmada; Afrika'ya yönelik kalkınma yardımları ve BM Barışı Koruma Operasyonlarının analizi aracılığıyla dış politika yapım süreçlerinde güvenlik-kalkınma bağının hangi amaçlar için hangi kanallar aracılığıyla kullanıldığı sorusuna yanıt aranmıştır. --- This thesis examines the link between security and development -the security – development nexus- which emerged when security and development policies converge to each other as a consequence of paradigm shifts in the discipline of international relations after the Cold War in the 1990s. This study includes how securitydevelopment nexus has emerged and how it is used in foreign policy making process. The "nexus" -emerged by mutual interaction between security and development has investigated throughout the study and this effort is shaped by critical approaches such as Post-development, the Copenhagen School and the Aberystwyth School, as well as mainstream international relations theories.The emergence of human security and human development concepts has strengthened the theoretical ground of security-development nexus. This has given authority to policy makers a functional and holistic source to design, construction andimplementation of international security and development policies. However, there is no common framework for all the spheres of how security-development nexus is perceived, experienced and formulated by global actors and it causes questioning of foreign policy practices which shaped by the security and development nexus. From this argument, this thesis examined the post-2000 African foreign policy of the EU, US and China – which has a dense security-development nexus agenda. In this thesis; through the analysis of development aid for Africa and analysis of current UN Peacekeeping Operations in there, i try to answer the question of: For which purposes is the security-development nexus used in the foreign policy making process through which channels?
Bugün Afrika Kıtasının son sömürge coğrafyası olarak bilinen Batı Sahra sorunu yüzyılı aşkın bir süredir dünya kamuoyundaki yerini sessizce korumaktadır. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca İspanyollar, ardından da Fas hükümeti tarafından ilhak edilmek istenen bölge, halen dünyanın çözülememiş jeopolitik sorunlarından birisidir. Batı Sahra'nın bağımsızlığı Polisario Cephesi liderliğinde yetmişli yıllardan bu yana örgütlü olarak yürütülmektedir. BM tarafından kendisini idare edemeyen topraklar olarak tanımlanmasına karşın; de facto biçimde onlarca devlet tarafından tanınan ve Afrika Birliği'nin tam üyesi olan Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti (SADC), Polisario Cephesinin başarısını gösteren en somut aşamadır. Polisario Cephesi'nin yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi esasen 20. yüzyılda örneğine az rastlanan bir mücadele biçimidir. Ülkemiz gündeminde tam olarak bilinmemekle birlikte Batı Sahra'da yaşanan gelişmeler, uluslararası ilişkiler yazını bakımından göz ardı edilmemesi gereken bir konudur. İşte bu çalışma Batı Sahra'da yaşanan bağımsızlık sorununu tarihsel açıdan ele almakta ve Polisario Cephesi'nin ulus devlet kurma yolundaki çabalarını siyasal, yapısal ve hukuksal çerçevelerde, tarihi boyutlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. ; The problems of the Western Sahara known as the latest colony of Africant continent still keeps its significance in world public opinion silently. The region which was annexed by the Spanish and Morocco during the approximately two centuries is still one of the unsolved geopolitical questions of the world. The independence of the Western Sahara has been initiated under the leadership of the Front Polisario as an organized manner since the 70s. Despite the fact that Sahrawi Arab Democratic Republic defined as non-selfgoverning territory by the United Nations (UN), it was recognized by many states and became the full member of the African Union as a concrete success of the Front Polisario. As a matter of fact, the struggle of the Front Polisario for the sake of the independence is a kind of unique way in 20th century. The developments in Western Sahara cannot be ignorable matter for the literature of the international relations. In this context, this study elaborates the matter of independence in the Western Sahara historically and aims to explain the nation-building strategies of the Front Polisario with its historical, political, structural and legal dimensions.
Bu çalışmada, Hollanda hastalığı, Azerbaycan ekonomisinin ana sektörleri ve Hollanda hastalığının Azerbaycan ekonomisine etkisi incelenmiştir. Petrol sektörünün yoğun sermaye yapısı sayesinde, Hollanda hastalığı üzerinde ana etkiye sahip olan kaynak tahsisinin etkisi gerçekleşmemiştir. Diğer taraftan, harcamaların etkisi Azerbaycan ekonomisinde kamu harcamalarında artış olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda, Azerbaycan ekonomisi büyük ölçüde petrol sektörüne bağlıdır. Ancak kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılırsa, petrol de hızla kaybolabilir. Doğal olarak, petrol makul bir şekilde kullanılırsa ve devletin uzun vadeli çıkarlarını güvence altına almak için büyük bir avantajdır. Birçok petrol ülkesinin tecrübesi, birçok sosyal sorunu çözmenin yanı sıra, bir ülkenin ciddi bir ekonomik düşüşüne de zemin hazırlayabileceğini göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, petrol kârındaki artış olumlu görünüyorsa, o zaman rasyonel kullanımı en önemli konulardan biridir. Petrol, gaz ve mineral rezervleri, 60 ve gelişmekte olan ülkelerde önde gelen sektörlerdir ve bu ülkelerde dünyada 2/3 yoksul insan yaşamaktadır. Bu ülkelerde yaşayan 1,5 milyar insanda günlük gelir 2 dolardan az. Afrika'daki son 25 yılda en büyük petrol üreticisi, petrol satışından 300 milyar dolar kazanmıştır. Ancak buna rağmen, bu ülkelerdeki nüfusun % 70'inin günlük geliri 1 dolardan bile az olmuştur. Petrol ülkelerindeki temel sorunlardan biri, askeri ihtiyaçlar için petrol karının ana bölümlerinin yönüdür. Petrol üreten başka bir Afrika ülkesinde, petrol satışından elde edilen miktar 1,7 milyar dolar olmuştur. Bu çalışma, Devlet Petrol Fonu fonlarının harcama yönünü ve yatırım şeklindeki yatırım mekanizmalarını yansıtıyordu. Yatırım için çeşitli senaryolar ve bunların olumlu ve olumsuz yanları incelendi. Ek olarak, Azerbaycan ve Kazakistan da dâhil olmak üzere bir dizi petrol ülkesi örneği uygulanmıştır. Bu da "birçok soruna karşı sigorta" anlamına gelmektedir. Genel olarak, çalışma sırasında, araçların verimli araştırmalarıyla ilgili alternatif çözümler bulmaya çalıştık. ; In this study, the Dutch Disease in the economy of Azerbaijan, the main sector of the economy of Azerbaijan were analyzed Dutch Disease and its effects on. The capital structure of the source distribution for not having largely because of the influence of Dutch Disease yoxun oil sector. The impact of government spending in the economy of Azerbaijan, there was a rise in costs. At the same time, the Azerbaijani economy is too dependent on the oil sector have done that. But short-term needs, if not to be used for oil and. Naturally, if the long-term interests of the state and to ensure reasonable use of oil is a big advantage. Many oil country, but also pave the way for serious economic collapse of one country to solve many social problems, experience shows. From this point of view, it seems destined, it is one of the most important issues of growth in the stomach, looking positively rational use of oil. Oil, gas and mineral reserves in the world and the leading sectors in these countries are poor people live in developing countries, 60 and 2/3. In these countries, the 1,5 billion people living on less than 2 dollars per day. The largest oil producer in Africa in the past 25 years, won the $ 300 billion from oil sales. However, despite this, the daily income of less than 1% of the population in these countries was $ 70inin. One of the problems in oil country, oil is the main part of his wife for military needs. Oil production in the amount of $ 1,7 billion from oil sales, another African country. In this case, the State Oil Fund of funds in the form of investment spending reflected investment mechanisms and direction. For different scenarios and their positive and negative aspects of the investment. In addition, a number of countries used the example of Azerbaijan and Kazakhstan including oil. It is a means of "insurance against many problems". In general, we tried to find an alternative solution on the work of productive research.