Bu çalışmanın amacı, değişik düzeylerde cereyan eden devlet içi ve uluslararası çatışmalara üçüncü taraflarca müdahale edilmesi ve ihtilaf giderme-azaltma süreçlerinin yürütülmesi açısından önemli bir yere sahip olduğu varsayılan arabuluculuk mekanizmasını kavramsal ve teorik düzeyde tahlil etmektir. Makale, arabuluculuğun temel bazı varsayımlarına değindikten sonra kimlerin ya da hangi kurumların arabuluculuk faaliyeti yürütme kapasitesine sahip oldukları tartışmasını yapmaktadır. Müteakiben, arabuluculuğa neden ihtiyaç duyulduğu konusu çatışmaların içeriği ve özgün koşulları göz önünde bulundurularak "çıkmaz yol" kavramı aracılığıyla incelenmektedir. Arabuluculuk faaliyetinin çatışan tarafların hangi temel ihtiyaçlarını giderdiği, çatışmaların hangi aşamasında gerekli olduğu ve taraflarca neden kabul edildiği gibi hususlar ise "koşulların olgunlaşması" ve "müzakere öncesi dönem" ekseni etrafında ele alınmaktadır. Öte yandan, tarafsız, güce dayalı, dahili/harici ve kolaylaştırıcı gibi arabuluculuk modelleri bazı vakalar eşliğinde tahlil edilmektedir. Çalışmanın son kısmında ise arabuluculuğun hangi durumlarda başarılı olabileceği konusu bazı öneriler ışığında normatif bir bakış açısı ile ele alınmaktadır. Çalışmada, bilhassa uzun süreli çatışmalar sonucunda taraflar arasında oluşan güvensizliğin yarattığı çıkmazın aşılması ve diyalog-müzakere ortamı yaratılması bakımından arabuluculuğun fonksiyonel olduğu sonucuna varılmaktadır. Doğru zaman ve doğru yöntem tatbik edildiği takdirde, arabuluculuk mekanizması yalnızca arızi çözümlerin üretilmesine yönelik değil, tarafların çatışmanın belirleyici nedenlerini bizatihi kendi perspektifleriyle bertaraf ederek uzun vadede ulaşacakları adil ve sürdürülebilir bir barışa katkı sunma işlevi görebilmektedir. ; This study aims to examine mediation as a conflict resolution tool at a conceptual and theoretical level. After making some basic assumptions about mediation, it discusses who or which organizations can mediate between the parties to a conflict. Subsequently, it seeks an answer to the question of why mediation is a particularly suitable method in conflict transformation and peace building. To do so, it uses Zartman"s concept of "mutually hurting stalemate" taking into consideration the nature and content of the conflict. The questions of what basic needs are met through mediation mechanism, at what stage of conflicts it might be effective and under what conditions it is accepted by the parties will be reviewed around the notions "ripe moment" and "pre-negotiation phase". In the study, some mediation models such as neutral/impartial, mediators with muscle, internal-external and facilitation will also be analysed in the context of the conflict to which they are related. In the last part, the extent to which mediation can be considered successful will be studied from a normative perspective. The study basically argues that mediation is effective in order to overcome the impasse created by the deep distrust between the parties and create a constructive dialogue. When applied with right method in "ripe moment", mediation not only produces provisional solutions, but also contribute to a sustainable peace that the parties to the conflict will be able to achieve by eliminating root causes of the conflict with their own efforts.
Bu tez çalışmasında Uluslararası İlişkiler disiplininin temel teorik yaklaşımlarının devlete dair görüşleri tartışılmış ve küreselleşme süreci ile birlikte başlayan devlet tartışmalarının bir sınıflandırması yapılmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan Uluslararası İlişkiler çalışmalarında iki temel devlet tartışmasının olduğu kabul edilmekte ve bu tartışmalar birinci ve ikinci devlet tartışması şeklinde sınıflandırılmaktadır. Birinci tartışma devlet merkezci ve toplum merkezci yaklaşımlar arasında birim-yapı veya aktör tartışması çerçevesinde yoğunlaşmıştır. İkinci tartışma ise küreselleşme tartışmasını da bu kategoriye alırsak devletin otonomisi ve etkin (agential) gücü üzerinden yürütülen bir tartışmadır. Genel olarak bu tartışmada bir taraf devleti uluslararası/küresel toplumun veya yapının etkisi altında pasif ve edilgen bir aktör olarak görürken diğer taraf ise devletin bizzat bu küresel/uluslararası yapıyı veya toplumu şekillendirdiği/belirlediği noktasından hareket etmektedir. Bu bakımdan her iki tartışma da aslında bir kamplaşma ve kutuplaşmayı ifade etmektedir. Birinci tartışmanın artık ikinci tartışmanın gölgesinde kaldığını söylemek mümkündür. Hem küreselleşme tartışmasında hem de ikinci devlet tartışmasındaki bu kamplaşma ve kutuplaşmanın, başını Hobson'un çektiği İkinci Kuşak neo-Weberyan Tarihsel Sosyolojinin devlet teorisi olan, Yapılanmacılık ile üstesinden gelebiliriz. Yapılanmacı yaklaşım ya/ya da mantığını reddeden ve devleti küresel, bölgesel ve yerel olmak üzere üç düzlemde hareket eden otonomi sahibi ve her düzlem üzerinde etkin gücü olan ve yine bu düzlemlerden etkilenen hem uluslararası/küresel hem de yerel topluma içkin sosyal ve tarihsel bir aktör olarak görür. Kısaca Yapılanmacı anlayışa göre devlet, değişken yerel ve uluslararası etkin gücü olan belirleyici/oluşturucu bir devlettir. Yapılanmacılık bu bakımdan bahsedilen kutuplaşmayı aşmak için hiç kuşkusuz bir üçüncü yol önermektedir. ; This thesis analyzes the arguments of the main theoretical approaches on the state taken by scholars in the discipline of International Relations and classifies these debates on the state that have unfolded with globalization. In this respect, there are two state debates and these are, generally, classified as first- and second-state debates. The first state debate focuses on discussions of agency, structure or actors between state-centered and society-centered approaches. The second debate, if we include globalization debates in this category, is conducted through agential state power and autonomy of state. On the whole in this debate, one side regards states as passive victims/actors under international/global society or structures, while the other side argues that states determine and shape global/international society or structures. In this regard, both debates in fact refer to polarization and to forming cliques. It is possible to say that the first state debate is perpetually in the shadow of the second state debate. We can overcome this polarization and these cliques in which both the second state debate and globalization debates find themselves with Structurationism, which is the state theory of second wave neo-Weberian Historical Sociology under Hobson?s leadership. The Structurationist approach rejects the either / or logic; according to this approach, states act on three levels --global, regional, and local/national-- and states have an autonomy from these levels; states have agential power over these three levels and states are influenced by these levels; states are embedded as social and historical actors in the both international / global and local society. Briefly, according to the structurationist approach, the state is a constitutive? state with varying domestic and international agential power. In this respect, Structurationism certainly suggests a third way to overcome the polarization mentioned above.
Çalışmamızda öncelikle sivil toplum kavramının literatürdeki yeri aydınlatılmaya çalışılmış, bu çerçevede kavramın tarihsel gelişimine yer verilerek; "devlet", "kamusal alan", "sivil itaatsizlik" kavramlarıyla ilişkisi irdelenmiştir. Ayrıca günümüzde devletin fonksiyonlarının ve etkinliğinin değerlendirilmesi bakımından bir karşılaştırma ölçütü olarak önemli bir yer tutan sivil toplum kuruluşlarının tanımına ve niteliklerine değinilerek, bu kuruluşların devlet olgusu karşısındaki konumunu belirleyen kavram olan demokrasiyle ilişkisi açıklanmıştır. ; In our study, firstly, it has been tried to explain the place of the concept of civil society in the literature, for this reason the development of the concept in the historical process has been given and its relation with the concepts of "state","public area", "civil disobedience" has been studied. Besides, dealing with the definition and the characteristics ofNGO 's that play an important part as a measure of comparison far the evaluation of the functions and the efjicincy of the state, the relation of these organisations with democracy which is the concept that determines the position of these organizations in view of the slate has been explained.
Dinsel ve metafiziksel geleneklerin bütüncül yaklaşımlarının aşılmasıyla, modern toplumlar, bilimsel nesnellik, ahlak ve yasalarda evrensellik ve sanatta özerklik gibi nosyonlar üzerine kurulmuşlardır. Kapitalizm, endüstrileşme, şehirleşme, metalaşma, mekanikleşme, akılcılık, bilimsel ve teknolojik ilerleme, ulus-devlet örgütlenmesi modern toplumun temel nitelikleri olmuştur. Modernizm eleştirilerine dayanan postmodern yaklaşımlarda modernliğe ait düşünceler ve kurumlar eleştirilmiştir. Postmodernistler büyük anlatıların reddine ve farklılık ve çoğulculuğun vurgulanmasına koşut olarak toplumda her türlü bütünlükçü kavramı reddetmişler, bütünlükçü karakteri nedeniyle ulusu ve ulus-devleti eleştirmişler, fakat politik anlamda toplumu ayakta tutacak ilke ve temeller sunmamışlardır. Çoğu postmodernist görüşün aksine, ulus-devletler postmodernitenin siyasal alanının en önemli aktörleri olmaya devam ermektedirler. ; After the transformation of the holistic approaches of religious and metaphysical traditions, modern societies have been grounded on such notions as the scientific objectivity, universality of law and ethic and autonomy of arts. The main characteristics of modern society have been capitalism, industrialization, urbanization, commoditization, mechanization, rationalism, scientific and technological development and nation-sate organization. In postmodernist approaches the ideas and institutions of modernity have been criticized. Parallel to the criticism of the meta narratives and the emphasize on differences and pluralism, postmodernists rejected all holistic concepts including nation and nation-state, but they did not develop principles and grounds providing poltical order in society. It seems that, counter to the most of the postmodernist views, nation-states maintains to be important actors of the political realm of postmodernity.
Bu makale, sosyal güvenin devletin kurumsal yapısı üzerine etkisini analiz etmektedir. Sosyal güven, bir insanın kişisel olarak tanımadığı insanlara karşı duyduğu güven duygusu olarak tanımlanabilir. Güven, işlem maliyetlerini azaltarak ve bedavacılık sorununu iyileştirerek devletin kurumsal yapısını birçok açıdan etkileyebilmektedir. Bu makale, devletin kurumsal yapısı ile ilgili üç farklı alan üzerine durmaktadır: aşırı bürokrasi, yolsuzluk ve refah devleti. Güvenin yüksek olduğu bir toplumda vatandaşlar gereksiz bürokratik prosedürlere ve yolsuzluklara daha az maruz kalırlar, vergilerini gönül rahatlığıyla öderler ve yüksek vergi gelirleri sayesinde kalkınma dostu kamu harcamalarından daha fazla faydalanırlar. Bu makale, yüksek güvenin devletin kurumsal yapısını toplumun bütününe fayda sağlayacak şekilde çalışır hale getirdiğini göstermektedir. ; This paper analyses the effect of social trust on the institutional structure of the state. Social trust can be defined as the level of trust that a given person has toward people whom he or she does not know personally. Trust can affect many aspects of the state's institutional structure by reducing transaction costs and ameliorating the free-rider problem. This article focuses on three dimensions related to the state's institutional structure: red tape, corruption, and the welfare state. In a society with a high level of trust, individuals are less subject to unnecessary bureaucratic procedures, pay their taxes with peace of mind, and, thanks to high tax revenues, benefit more from the development-friendly public expenditures. This article indicates that a high level of trust makes the state's institutional structure function in a way that benefits society as a whole.