Yüksek Lisans Tezi. YÖK Tez No:407208 ; Sovyetler Birliği'nin geniş bir coğrafyada yaklaşık 75 yıl sürmüş olan hâkimiyeti sonrasında 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla Orta Asya Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Türkiye, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini tanıyan ve söz konusu ülkelerde büyükelçilik açan ilk ülkedir. 1992 yılından bu yana gerçekleşmiş olan üst düzey ziyaretler ve karşılıklı imzalanan 500 civarında ikili ve çok taraflı anlaşmalar bu ilişkilerin sadece kültürel ve tarihsel alanlarda değil aynı zamanda ekonomik, sosyal ve askeri alanda güçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak tarihi ve kültürel bağlarla birbirlerine bağlı olan ve ortak birçok özelliklere sahip olan ülkeler için bu yeterli gelmemektedir. Bundan dolayı Türkiye öncülüğünde askeri bir işbirliğine gidilmesi yönünde niyetler ortaya çıkmıştır. Kurulacak askeri bir yapının uluslararası alanda kurulmuş olan ve Türkiye'nin de üye olduğu FIEP'in örnek alınması düşünülmüş, böylece kurulacak bu yapı Türkiye'nin bölgedeki etkinliğinin artırılmasını, Türkiye ile bahse konu ülkeler arasında mevcut askerî iş birliğinin geliştirilmesini ve kurumsal bir yapıya kavuşmasını sağlayacaktır. Türkiye 25 Ocak 2013'te Azerbaycan, Kırgızistan ve Moğolistan'la birlikte Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de TAKM'ın temellerini atmıştır. Sembolünde bir at ve beraberinde dört yıldız bulunan ve kısa adını kurucu üye ülkelerin baş harflerinden alan TAKM, Mart 2014'de Moğolistan'ın askerî statülerini kaybetmelerini gerekçe göstererek Mutabakat Muhtırasını imzalamaması nedeniyle imzalanan anlaşma geçersiz olmuş, kuruluş süreci yeniden başlatılmıştır. Daha önceki çalışmaların tamamında yer alan ancak teşkilatındaki yapısal değişiklik ve iç prosedürlerini yetiştiremedikleri için Mutabakat Muhtırasını imzalayamayan Kazakistan'ın yeniden müracaatı sonucu, TAKM teşkilatının Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan ve Kazakistan arasında yeniden oluşturulması planlanmıştır. ; After Soviet Union's domination which lasted nearly a century in the region,Central ...
Bu çalışmada; Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmesi, Arap-Yahudi çatışması, 1948'den itibaren Mısır önderliğinde Arap-İsrail Savaşları ve Mısır-İsrail barış müzakerelerine değinilmiştir. Arap-İsrail Savaşlarında en büyük zarar gören devletlerden biri Mısır olmuştur. Mısır, ülkesindeki yıkım ve zararı gidermek, halkın güvenliği ve istikrarı için ABD'nin arabuluculuğunu (1970-1981 Enver Sedat dönemi) kabul etmiştir. Böylece Mısır, İsrail ile 1973-1979 yılları arasında "adım adım barış" görüşmelerine dâhil olmuştur. ABD'nin arabuluculuğu ile Mısır ve İsrail arasında uluslararası hukuk normlarına uygun bir şekilde Camp David Anlaşması (Mısır-İsrail Barışı) imzalanmıştır. Bu barış anlaşması ile iki ülke arasında; barış inşa edilmiş, güvenlik ve istikrarsızlık sorunu ortadan kaldırılmış ve diplomatik ilişkiler geliştirilmiştir. Bu çalışma, 1948'de başlayan Arap-İsrail savaşları ve 1973'ten itibaren ABD'nin arabuluculuğu ile Mısır-İsrail barışı incelenmasi amaçlanmıştır. Bu çalışma, Mısır ve İsrail arasında güvenliğin sağlanması, çatışma-çözümü meselelerinde iki ülkenin barış inşası ve karşılıklı olarak iki ülkenin egemenliklerinin tanınması ile uluslararası bir anlaşmasının etkililiği yönünde büyük bir önem taşımaktadır. Son olarak çalışmada çıkarılan sonuç; Uluslararası hukuk kişisi olan devletler (ABD, Mısır ve İsrail), uzun yıllar süren çatışma ve savaş durumundan sonra uluslararası uyuşmazlıkların çözüm yöntemleri olan diplomasi ve arabuluculuk ile barış, güvenlik ve istikrar inşa edebilmişlerdir. Camp David Anlaşması, özellikle Kissinger'in proaktif çabası ile şekillenmiş ve günümüze kadar (2021) Mısır ve İsrail arasında diplomatik, siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirilmesine katkı sağlayan uluslararası bir anlaşma olmuştur. Ayrıca Camp David Anlaşması, diğer Arap devletlerin de İsrail ile barışma ve diplomatik ilişkiler geliştirilmesine ilham kaynağı olmuştur. ; In this study; The immigration of Jews to Palestinian lands, the Arab-Jewish conflict, the Arab-Israel Wars under the leadership of Egypt as of 1948 and the Egypt-Israel peace negotiations have been mentioned. One of the states that suffered the greatest damage in the Arab-Israel Wars has been Egypt. Egypt has accepted the mediation of the USA (1970-1981 period of Enver Sadat) to eliminate the destruction and damage in its country and for the security and stability of the people. Thus, Egypt has been involved in "step by step peace" negotiations with Israel between 1973 and 1979. With the mediation of the USA, the Camp David Agreement (Egypt-Israel Peace) has been signed between Egypt and Israel properly international law norms. With this peace agreement among the two countries; peace has been built, security and stability problems have been eliminated and diplomatic relations have been developed. This study has been aimed to examine the Arab-Israeli wars that started in 1948 and the Egyptian-Israel peace with the mediation of the USA as of 1973. This study is of great importance in terms of ensuring security between Egypt and Israel, peace building of two states in conflict-resolution issues and mutual recognition of the sovereignty of the two countries with a international agreement. Finally, the conclusion drawn in the study; After many years of conflict and war, states that are international law persons (USA, Egypt and Israel) have built peace, security and stability with diplomacy and mediation which are methods of resolving international disputes. The Camp David Agreement has been shaped especially by the proactive effort of Kissinger and has been an international agreement that has contributed to the development of diplomatic, political and economic relations between Egypt and Israel until today (2021). In addition, the Camp David Agreement has inspired other Arab states to develop peace and diplomatic relations with Israel.
Avrupa Birliği Ortaklık Mevzuatı'nda gerçek kişilere tanınan serbest dolaşım özgürlüğü, Kurucu Andlaşma'da yer alan hükümler gereğince tüzel kişilere de uygulanabilir niteliktedir. Bu durumun sonucu olarak herhangi bir Birlik üyesi devlette kurulan bir ticari şirket, Birlik'e üye diğer devletlerde, herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmaksızın ticari faaliyette bulunabilecektir. Serbest dolaşım ve yerleşme özgürlüğü tüzel kişilerde, şirket merkezinin bir ülkeden diğerine taşınması; ya da diğer ülkelerde şube veya bağlı şirket açılması yoluyla sağlanmaktadır. Üye devletler, serbest dolaşım ve yerleşme özgürlüğü ilkesi uyarınca yabancı şirketlerin, ülkelerinde ticari faaliyette bulunmasına kısıtlama getiren iç hukuk hükümlerinden kaçınmak durumundadır. Tüzel kişilere tanınan bu iki hakkın altında yatan temel gaye ise yerli-yabancı şirket ayrımının ortadan kaldırılması suretiyle sermaye akışının hızlandırılması ve ortak pazar ekonomisinin sağlanmasıdır. Ancak üye devletlerin iç hukuk hükümleri ve kanunlar ihtilafı mevzuatlarındaki farklılıklar, uygulamada büyük sorunlara yol açmaktadır. Çalışmanın konusunu da; uygulamada karşılaşılan bu sorunların Ortaklık Mevzuatı ve Avrupa Birliği Adalet Divanı kararları ışığında incelenmesi oluşturmaktadır. ; The freedom of mobility granted to natural persons in the European Union Association Legislation is also applicable to the member state legal persons as per the provisions in the Founding Treaty. As a result, a commercial established in an EU member state can conduct commercial activities without any limitations in other EU member states. Freedom of mobility and establishment in legal persons is realized through the relocation of the corporation headquarters from one country to the other or through establishment of branches or affiliated corporations in other countries. Member states are obliged to refrain from legislating national legal provisions which restrict the commercial operations of foreign corporations in their country pursuant to the principle of freedom of movement and establishment. The main purpose of these two rights granted to the legal persons is to increase capital flow and promote common market economy through the ablosihment of foreign – domestic corporation distinction. However, the differences between member states' national legislation and the legislation regarding the conflict of laws lead to crucial problems in practice. This study focuses on the examination of these problems in the light of Association Legislation and the decisions of the European Union Court of Justice.
Demokrasilerin üzerinde uzlaşılmış olan en belirgin özelliği, kuşkusuz yönetici elitlerin belirli aralıklarla yapılan seçimler neticesinde belirleniyor olmasıdır. Ancak günümüzde son derece baskıcı uygulamalara ve otoriter anlayışlara sahip yönetimler bile düzenli yaptıkları seçimleri meşruiyetlerine dayanak olarak gösterebilmektedirler. Bu nedenle uzunca zamandan beri siyaset bilimciler ve anayasa hukukçuları hangi yönetim şeklinin değil hangi demokrasinin daha iyi işlediğini ve çoğulcu bir siyasal düzene yaslanan demokrasinin nasıl tesis edilebileceğini tartışmaktadırlar. Sözü edilen biçimde çoğulcu siyasal zeminin oluşması ise ancak; farklı kimlikleri, farklı siyasal eğilimleri temsil eden grupların/yapıların/partilerin, azınlıkta kalsalar bile ittifaklar kurarak siyasal karar alma süreçlerine katılabileceği mekanizmaları kuran, bunu yaparken de ülkedeki siyasal istikrarı muhafaza edebilen bir seçim sistemi ile mümkün olabilecektir. Seçim sistemleri üzerindeki akademik tartışmalar genel olarak "temsilde adalet" veya "yönetimde istikrar" prensipleri etrafında yapılmakta olup bunlardan birinin ağırlıklı olarak tercihine dayalı seçim sistemi kurgulanmaktadır. Bu tezin konusunu oluşturan partiler-arası (yahut farklı siyasal eğilimler-arası) seçim ittifakları; her iki prensibin yöneldiği amaçları bağdaştırabilecek yani hem temsil adaletini hem de siyasal istikrarı telif edebilecek en önemli araçlardan biridir. Çalışmada öncelikle; belli başlı seçim sistemleri, seçim ittifaklarına imkân sağlama kapasiteleri bakımından değerlendirilmiştir. Bilahare Türk siyaset tarihinde yapılmış olan seçim ittifakları ve bunların hangi hukuksal kısıtlar içerisinde gerçekleştirilebilmiş oldukları ele alınmıştır. Nihayet son bölümde ise; ittifak uygulamalarının yaygın olduğu ülkelerdeki farklı seçim ittifakı modelleri ele alınmıştır. Bu bölümde siyaset bilimi ve seçim hukuku literatürüne katkı olacak biçimde model adlandırmaları yapılmıştır. ; The most evident aspect of the modern democracies definitely resides on the fact that the ruling elites are constituted by the elections taken place in regular intervals. However, in today's world, even the most repressive and authoritarian regimes could legitimate their power by organizing regular elections. Hence, for a few decades, the political scientists, instead of dealing with the question of democratic or non-democratic regimes, have been discussing which types of democracies work better and how it is possible to establish a democracy that is truly based on a pluralistic political order. And the institution of such pluralistic political ground requires a particular kind of election system. The academic researchers on the electoral systems generally focus on the principals of "the representative justice" or that of "the governmental stability" and elaborate electoral systems privileging the one over the other of these principles. The electoral alliances between political parties, which constitute the major problematics of this doctoral study, could reconcile the objectives of both principles. This Ph.D. dissertation first explores the major elections systems from the perspective of electoral alliances, trying to elucidate their respective capacities to provide the possibility of such alliances. Secondly, the different polling alliances in the political history of Turkey are investigated. Finally, the third part analyzes the polling alliances in different countries. This last part also proposes new terminology to name such alternative models that could contribute to the literature of political sciences.
İnsan hakları alanında sosyal hareketlerden ve taban örgütlerinden barolara, iş derneklerine ve gayriresmî iletişim ağlarına kadar uzanan çeşitli aktörler bulunmaktadır. İnsan hakları alanında en etkin aktörlerden biri olan sivil toplum kuruluşları (STK) hem ulusal hem de uluslararası düzeylerde insan haklarının tesisi, korunması ve geliştirilmesi için dünya çapında çeşitli işlevler görmektedir. Bu çalışma, insan hakları temelli STK'lar üzerinden, Türkiye'deki sivil toplum faaliyetlerinin ve mobilizasyon stratejilerinin sistematik bir incelemesini yapmayı amaçlamaktadır. Glasius'un sınıflandırmasından yararlan bu çalışmada, Türkiye'deki STK'ların, insan hakları gözlemcisi ve norm-dönüştürücü olarak seslerini duyurabilseler dahi, kanun yapıcı aktörler olarak bu hakların tesisinde ve korunmasında yetersiz kaldıkları savunulmaktadır. İnsan hakları STK'ları izlemede isim zikretme ve utandırma ve yargısal savunuculuk stratejilerini kullanırken, norm dönüşümünde çerçevelemeyi, kanun yapımında ise savunuculuk stratejileri yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu çalışma, içerik analiz yöntemini kullanarak STK'ların belgelerine odaklanmakta ve Türkiye'deki insan hakları ve sivil toplum ilişkisini inceleyerek akademik tartışmalara katkı sunmaktadır.
Özet: Soğuk Savaş dönemi sonrası değişen küresel ve bölge- sel konjonktür ile son dönemde keşfedilen hidrokarbon kaynakları Doğu Akdeniz bölgesinin önemini artırmıştır. Bölgede yaşanmakta olan gelişmeler Akdeniz havzasındaki enerji tablosunu olduğu gibi bölgesel dinamikleri de önemli ölçüde değiştirecek niteliktedir. Di- ğer taraftan, Kıbrıs Uyuşmazlığının denizlere yayılmasının bir sonu- cu olan bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının paylaşılması sorunu sahildar ülkeler arasında işbirliği ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu da son dönemde bölgede yalnızlaşan Türkiye'nin bölgeye ilişkin mevcut politikasını gözden geçirmesini gündeme getirmektedir. Bu çerçe- vede, Türkiye'nin sahildar ülkelerle kuracağı iyi ilişkiler ile bölgede tekrar başat duruma gelmesi, hem Doğu Akdeniz'de hidrokarbon kaynaklarının adil paylaşımını temin edecek deniz alanlarının sınır- landırılmasına yönelik bir anlaşmanın yapılabilmesini hem de diğer sorunların ulusal çıkarlarımıza uygun çözülmesini temin edecektir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz'de sahildar devletler arasında kıta sa- hanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarının sınırlandırması, 'hak- kaniyete uygun çözüme' ulaşmak maksadıyla uluslararası hukuka uygun olarak ve bütün 'ilgili durumlar' dikkate alınarak 'anlaşma' ile yapılacaktır. ; Abstract: The global and regional political atmosphere that changed after the Cold War, together with the recently discovered hydrocarbon resources, have increased the importance of the Eas- tern Mediterranean. Developments taking place in the region are of a significance that can change the energy picture in the Mediterra- nean basin as well as regional dynamics. Furthermore, the problem of sharing the hydrocarbon resources, which has resulted from the extension of the Cyprus dispute to the sea, has revealed the need for cooperation among the littoral states. Therefore, this raises the need for Turkey to review its current policy in the region which at the moment has caused Turkey to be isolated in the region. In this context, Turkey's dominant position for establishing good relations with the littoral states can facilitate the conclusion of an agreement relating to maritime delimitation which will ensure equitable sharing of hydrocarbon resources in the Eastern Mediterranean as well as provide solutions for the other issues in accordance with Turkey's national interests. In this context the delimitation of the continental shelf and exclusive economic zone between litoral states in Estern Mediteranean shall be effected by 'agreement' on the basis of inter- national law and taking account of all the relevant circumstances in order to achieve an 'equitable solution.