Günümüzde Avrupa Birliği (AB) aday ülkesi olan Arnavutluk tam üyelik yolunda zorluklarla karşılaşmaktadır. Bu durumun AB'ye bağlı nedenleri olduğu gibi, Arnavutluk'a bağlı nedenleri de vardır. Bu çalışmanın amacı söz konusu nedenleri irdeleyerek bir bütünleşme modeli olan Değişken Geometrili Avrupa Yaklaşımının Arnavutluk için bir seçenek olup olmadığını tartışmaktır. Çalışmada literatür taraması yöntemi kullanılarak yazılı kaynaklar incelenmiştir. Avrupa bütünleşmesinin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair çeşitli kuramsal açıklamalar vardır. Siyaset yapıcıların konuya ilişkin katkıları incelendiğinde, işlevselcilik, hükümetlerarasıcılık, kurumsalcılık ve inşacılık gibi klasik bütünleşme kuramlarının dışında, esnek ve farklılaştırılmış bütünleşme modelleri de ortaya koyulduğu görülmektedir. Akademik çalışmalar ise, Değişken Geometrili Avrupa Yaklaşımının farklılaştırılmış bütünleşme kavramının bir alt sınıfını oluşturduğunu göstermektedir. Söz konusu yaklaşım, birçok konuda çekirdek ve diğer üye ülkelerden geri kalmış, ciddi sorunlar yaşayan ülkelerin, bunları çözmesi, hızlı ve daha kolay bütünleşmesi açısından önem arz etmektedir. Arnavutluk'u bu bağlamda ele alan çalışmamız, sonuç olarak, AB için uygun bir bütünleşme yolu olan Değişken Geometrili Avrupa Yaklaşımının, Arnavutluk'un bütünleşme sürecinde karşılaştığı siyasi ve ekonomik zorlukları aşmasında katkı sağlayabileceğini iddia etmektedir.
Türkiye, güvenlik ve terör sorunları nedeniyle Irak ve Suriye'de birçok operasyon yapmıştır. Suriye'ye yapılan Barış Pınarı Harekâtı'nı da bu çerçevede ele almak mümkündür. Harekât, küresel güçlerden uluslararası örgütlere, komşu ülkelerden Arap dünyasına kadar geniş bir yelpazede yankı bulmuştur. Bu çerçevede, Barış Pınarı Harekâtı'ndan dolayı Türkiye'ye karşı olumsuz açıklamalar da dikkat çekmiştir. Çalışmada, Körfez Arap ülkelerinin Türkiye'nin Barış Pınarı Harekâtı'na yaklaşımı ele alınacaktır. Türkiye'nin Harekâtı'na karşı yaklaşım, Körfez Arap ülkeleri olan Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt'in lider veya yetkililerinin söylemlerinden hareketle incelenmiştir. Çalışmada, Katar haricindeki Körfez Arap ülkelerinin Türkiye'nin Barış Pınarı Harekâtı'na yaklaşımlarının olumsuz olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. ; Turkey has made many operations in Iraq and Syria because of security and terrorism issues. It is also possible to consider Operation Peace Spring in Syria within this framework. Operation has resonated in a wide range from global powers to international organizations, from neighboring countries to the Arab world. In this context, the negative statements against Turkey because of the Operation Peace Spring also drew attention. In the study, the approach of Gulf Arab countries towards Turkey's Operation Peace Spring will be discussed. The approach towards Operation of Turkey has been examined considering leaders or officials of the Gulf Arab states, namely, Saudi Arabia, Bahrain, Oman, United Arab Emirates, and Kuwait. In the study, it is found that the approach of Gulf Arab countries except for Qatar towards Turkey's Operation Peace Spring is negative.
TEZ11037 ; Tez (Yüksek Lisans) -- Çukurova Üniversitesi, Adana, 2015. ; Kaynakça (s. 132-143) var. ; xiv, 144 s. : res. (bzs. rnk.), tablo ; 29 cm. ; Terör sorunu Türkiye ve uluslararası platformda uzun seneler yalnız güvenlik sorunu olarak algılanmıştır. Son yıllarda ise, terör ve terörizm ile mücadelede salt güvenlik odaklı yaklaşımların yetersiz kaldığı, önleme odaklı yaklaşımların bu mücadelenin olmazsa olmaz bir parçası olduğu savunulmaya başlamıştır. Bu çalışma; terörizmle mücadelede tek boyutlu güvenlik veya önleme odaklı stratejilerin yetersiz kaldığı, her iki yaklaşımın entegre bir şekilde terörizmle mücadelede birlikte değerlendirilmesi gerektiği fikrine dayanmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde Terör ve Terörizm kavramları üzerine bir literatür taraması yapıldıktan sonra, Türkiye'de terör, terör örgütleri ve Terörist Kimlik İnşa sürecine etki eden faktörlere değinilmiştir. Daha sonra, İngiltere ve ABD de uygulanmakta olan bazı önleme odaklı çalışmalar incelenmek suretiyle, Terörizmle mücadelede önleme odaklı yapılması gerekenlerin üzerinde durulmuştur. Çalışmanın son bölümünde, güvenlik ve önleyici odaklı yaklaşımların eş zamanlı olarak uygulandığı, devlet kurumlarının STK'la uyumlu bir şekilde çalıştığı, terör örgütleri tarafından kazanılmaya çalışılan ve terör örgütleri içerisinde faaliyetli şahısların örgütlü yapılardan uzaklaştırılarak topluma tekrar kazandırılmasının hedeflendiği ve tüm uyarılara rağmen terör faaliyetlerine devam eden Terör örgütlerine yönelik merkezi operasyonlarla terör örgütlerinin son bulmasının amaçlandığı, ''Terörizmle Mücadelede Birey Odaklı Süreçsel Yaklaşım Modeli''ne yer verilmiştir. Ayrıca bu model doğrultusunda terörizmle mücadelede Adana İl Emniyet Müdürlüğü tarafından 2012-2014 yılları arasında yapılan uygulamalar hakkında kısa bir inceleme yapılmıştır. Sonuç bölümünde ise, terörizmle mücadelede yapılması gerekenler konusunda sonuç önerilerinde bulunulmuştur. ; For many years, terrorism has been recognized solely as a security problem in Turkey and in the whole world. In recent years, conducting only security-oriented policies in the fight against terrorism seems to be inadequate and the prevention-oriented approach began to be portrayed as an essential part of this struggle. This study is based on the idea that one-dimensional preventative or security approach cannot handle terrorism, and the integration of both approaches is essential to fight against terrorism. In the first part of the study, a literature review on the concepts of terrorism and terror has been conducted. On the other hand, terrorism and terrorist organizations in Turkey, and factors affecting the process of "terrorist identity construction" were examined. Some of the prevention-oriented activities which are being implemented in Britain and the United States have also been emphasized in the study in order to focus on what needs to be done to fight against terrorism. In the last part of the study, '' Individual Centered Prosedural Approach (ICPA) Model'' is examined, in which security and prevention-oriented approaches are applied simultaneously. This model isa compatible way for state institutions and NGOs to work together for reintegrating those who were recruited by terrorist organizations into society. This model also encourages police and military operations against the terrorist organizations which continue their terrorist activities despite all the warnings. On the other hand, Adana Police Department, which adopted and implemented this model between 2012 and 2014, was examined as a case study.In the conclusion part of the study, several policy implications regarding countering terrorism were discussed.
Yüksek Lisans Tezi ; Küreselleşmenin boyutlarının hızla kendisini göstermesi ile beraber eski, dışa kapalı, hiyerarşik yapılanmanın etkisini kaybetmesi ve buna paralel olarak ortaya çıkan değişiminin gerekliliği düşüncesi ve oluşan bu yeni düzen içerisinde yeni bir devlet yapılanmasının etkisinin hissedilmeye başlanmasıyla birlikte kamu yönetiminde hesap verilebilirlik, şeffaflık, katılım ve yönetişim gibi kavramlar önem kazanmıştır. Küreselleşme olgusu ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde, geleneksel Türk kamu yönetiminin belli başlı özellikleri olarak kabul edilen merkeziyetçilik, dışa kapalılık gibi unsurlar eleştiri görmeye başlamış ve belli dönüşümler yaşanmaya başlamıştır ve bu dönüşümlerle birlikte gündeme gelen yaklaşımlardan biri de yönetişim olmuştur. Bu bağlamda, bu tezde klasik yönetim anlayışının modern dünya düzeni içerisinde eleştiri görmesi ve geçerliliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıyla birlikte devam eden süreçte oluşan yeni yönetim anlayışı ve onun ilkeleri paralelinde biçimlenen yeni kamu yaklaşımı prensipleri çerçevesinde Türk kamu yönetiminin genel yapısı incelenmiş, modern yapıya uyum sağlamasında gerekli yapı taşlarından biri olan yönetişim kavramının tanım ve açıklamalarından hareketle, dünya ölçeğinde yönetişim kavramı ele alınmış ve ardından Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne adaylığıyla birlikte yaşanan süreçte Geleneksel Türk kamu yönetiminin bir dönüşüm içerisinde etkin, verimli, modern, paylaşımcı, katılımcı bir yapıya dönüşümünün sağlanabilmesi ve buna bağlı olarak yönetişim kavramının Türk kamu yönetimi yapısına uygulanmasının imkanları ve Türkiye'de yönetişim kavramı araştırılmıştır. ; Abstract ; As the globalization has distinguished itself quickly, the concepts such as accountability, transparency, participation and governance have gained importance in the public administration. The old, introversive and hierarchical structure has lost of its influence, the idea of the necessity for the change that has occurred in parallel has come about, and the impact of a new state structure began to be felt within this new order. During the phenomenon of globalization and Turkey's European Union harmonization process, certain aspects such as centralization and introversion that are considered to be principal characteristics of the traditional Turkish public administration, have begun to be criticized and specific transformations have begun to emerge, and the governance has been one of the approaches that have emerged as a result of such transformations. Accordingly, this thesis analyses the general structure of Turkish public administration within the framework of the new government approach that has emerged in the ongoing process as the traditional government approach has taken some stick in the modern world order and faced the danger of losing its validity. The bases of this new approach has taken shape in line with its principles; addresses the concept of governance across the world based on the definitions and explanations of the concept of governance, one of the building blocks essential for compliance with the modern structure; later researches the opportunities to transform the Traditional Turkish public administration into an effective, efficient, modern, collaborative, participatory structure in the process of Turkey's accession to the European Union, and consequently to ensure the adaptation of the concept of governance into the structure of Turkish public administration; and explores the concept of governance in Turkey.
Sencer Divitçioğlu, Türk iktisadi düşünce tarihine ilk önce iktisatçı, daha sonra tarihçi ve antropolog sıfatlarıyla katkılar sunmuştur. Ancak akademik kariyeri boyunca farklı sıfatlar edinmişse de asıl kalkış noktası iktisattır. Çünkü iktisat teorisinden elde ettiği analitik akıl yürütmeyi, tarihe ve antropolojiye uygulamıştır. İktisat teorisinden elde ettiği analitik akıl yürütmeyi hiçbir vakit terk etmemiş, bilakis onları tarih ve antropolojiye uygulayarak iktisattan tarihe uzanan aynı mantıksal-formel modellemeyi muhafaza etmiştir. Bu da düşüncesine büyük oranda bir kısıt getirmiştir. Söz konusu kısıt nedeniyle iktisat biliminin standart sınırlarını aşan bir kamusal entelektüel olmamıştır. Aynı zamanda Divitçioğlu özelinde görülen bu durum, 1945 sonrası ana akım iktisat biliminin diğer sosyal bilimlere yayılımı olarak nitelendirilen metodolojik emperyalizmin uygulama türüne örnek teşkil etmektir.
Siyasal iktidar ile halk egemenliği arasındaki ilişkinin temsil sistemi aracılığıyla gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, temsil kavramının kökenlerinin araştırılmasının önemi açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda çalışmanın sorunsalı Avrupa'da, gelişen hak kavramının sonucu olarak ortaya çıkan siyasal temsilin Osmanlı'da, düşünsel ve yapısal zemini oluşturulmadan, modernleşme çalışmalarıyla birlikte Avrupa'dan ithal edildiği ve bu durumun günümüzdeki temsile ilişkin sorunların da temelini teşkil ettiği yönündeki yaklaşımdır. Bu sorunsaldan hareketle çalışmanın temel amacı; Türk yönetim anlayışını derinden etkileyen temsil kavramının, ülkemizde hangi şartlar altında ve ne şekilde ortaya çıktığının incelenmesi olduğu söylenebilir. Çalışmada öncelikle literatür taraması yöntemiyle siyasal temsil kavramı ve egemenlikle ilişkisi ele alınmaktadır. Sonrasında siyasal temsilin ülkemizde ortaya çıkışı ve ilk temsil uygulamalarına yönelik sorunlara yer verilmektedir. Çalışmanın sonucunda ulaşılan bulgular; temsilin Osmanlıda, batılılaşma hareketleri içerisinde ortaya çıkmaya başladığını, yasal ve yapısal dayanaktan yoksun olmasının ötesinde, halk tarafından bilinmeyen ve desteklenmeyen bir olgu olduğunu ve bu nedenle başlangıcından günümüze kadar birçok sorun alanlarıyla karşılaştığını ortaya çıkarmaktadır. ; Considering the relationship between political power and popular sovereignty carried out through a representational system, importance of studying the origins of the representation concept becomes more salient. In this sense, the problematic of this study has been an argument that political representation derived from the concept of political right was internalized in the Ottoman Empire from Europe under the process of modernization without having an intellectual and structural basis and brought about a frame for problems related with the current account of political representation. With reference to this problematic, main purpose of this study is to examine under which conditions the representation concept arose and what forms it took. In this article, firstly, the concept of political representation and its relations with sovereignty are discussed via critical literature survey method. Thereafter, the emergence of political representation in Turkey and problems related with the first implementations has been investigated. Findings obtained as a result of this study reveal that representation in the Ottoman Empire started to emerge within the Westernization movement, beyond the lack of legal and structural basis, this concept is unknown and unsupported case by people and for this reason representation has faced many problem areas from the beginning until today.
Türkiye Cumhuriyeti, millî bir devlet olarak inşa edilmiştir. Bu inşa sürecinde eğitime yüklenen en önemli rol, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda Türk milleti bilincini kazandırmak olmuştur. Bunun için eğitimin temel ilkesi millîlik olarak belirlenmiştir. Bu ilkeye uygun olarak da Türkiye'de "millî eğitim" kavramı, politikası ve pratiği resmiyet kazanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında milliyet ideali ile birlikte millî eğitim ilkesinin teori ve pratiğini konu alan eserlerden biri, Dr. Halil Fikret Kanad'ın (1892-1974) Milliyet İdeali ve Topyekûn Millî Terbiye başlıklı kitabıdır. Bu makalenin amacı, Kanad'ın bu eserini esas alarak onun milliyet ideali ve millî terbiye konusundaki yaklaşımını betimlemektir. Çünkü o, aynı zamanda resmi ideolojinin yılmaz savunucularından biridir. Kanad'a göre Cumhuriyetin kurucu kadrosunun öngördüğü Türk milletinin yetiştirilebilmesi için aile, okul, toplum ve devlet birlikteliğinde ve müşterek amaçlar doğrultusunda bilimsel ve pedagojik esaslara uygun planlı ve programlı bir millî eğitim sistemi takip edilmelidir. Bu ve benzeri sonuçlardan hareketle Kanad'ın kitabı, resmî ideolojinin propaganda programı gibidir. Bu yönüyle de Kanad'ın millî terbiye yaklaşımı, bir "toplum mühendisliği" anlayışı şeklindedir. Kanad'ın resmi ideoloji ile ilintili bu yaklaşımı, Cumhuriyet dönemi millî eğitim politika ve uygulamalarının anlaşılırlığına katkı sağlar niteliktedir.
Bölgeselcilik ve küreselleşme, ne ölçüde rakip siyasi proje ve görüşlere işaret eder? Makalenin temel sorunsalı, bu sorudur. Liberal uluslararası düzenin çözülmesiyle ilgili tartışmalardan beslenen mevcut literatür, yeni bölgeselcilik dalgasını küreselleşme karşıtlığı biçiminde değerlendirme eğilimindedir. Bu makale, literatüre hakim olan bu karşıtlığı sorgulayarak onu aşmanın akademik yararları üzerine odaklanmaktadır. Makale, Yeni Bölgeselcilik yaklaşımına dayanarak, yeni bölgeselcilik sürecinin, hem neoliberal küreselleşmenin bir bileşeni, hem de onun doğurduğu sorunlara bir tepki olarak geliştiği varsayımından hareket etmektedir. Küreselleşme, yaygın biçimde, bütünleşme ile özdeşleştirilmektedir. Yeni bölgeselcilik ise tam tersine, küresel bütünleşme karşıtlığı olarak anlamlandırılmaktadır. Bu yaygın siyah ve beyaz ayrımı kadar net yargıları kabul etmek, aslında çok daha gri olan gerçekliği görmemizi engellemektedir. Dolayısıyla makalede şu sonuca varılmıştır: Yeni bölgeselcilik dalgası ne basitçe küreselleşme karşıtlığı biçiminde, ne de geleneksel bütünleşme olgusunun bir türü olarak anlaşılabilir. Aksine, neoliberal küreselleşmenin yıkıcı toplumsal sonuçları bağlamında ortaya çıkan yeni bölgeselcilik, küreselleşme sürecinin belirli yönlerini yeniden müzakere etmeyi amaçlayan bölgesel siyasi çabalara işaret eder.
This study examines conceptually the relationship between sustainable security approach and public administration. Sustainable security represents the latest approach to security understanding within sustainable development policy which establishes a causality relationship between security and development. According to sustainable security approach, the focus should be on developmental and environmental root causes that undermine security conditions of individuals and communities, rather than on merely security issues and the state. In this respect, sustainable security approach contends that national security paradigm and pertinent security organization should change accordingly. The study first examines sustainable security approach drawing upon pertinent literature and policy documents. Then it discusses its implications for public administration. In this context, as an emerging security approach, sustainable security points to a long-reaching security organization in public administration, which relies on strategic management and foresight, and where coordination and policy coherence come to forefront. It can be asserted that sustainable security organization will be shaped by a public policy process which is multidisciplinary and integrated, in addition to the balances between effectiveness and accountability as well as between short-term and long-term. It is likely that a relevant security ethics will emerge and the relationships of both "economics-security" and "urbanization-security" as well as urban security policies will come to the fore. ; Bu çalışma, sürdürülebilir güvenlik yaklaşımı ve kamu yönetimi arasındaki ilişkiyi kavramsal olarak incelemektedir. Sürdürülebilir güvenlik, kalkınma ile güvenlik arasında nedensellik ilişkisi kuran sürdürülebilir kalkınma politikası içerisindeki en son güvenlik anlayışını temsil etmektedir. Sürdürülebilir güvenlik yaklaşımına göre, sadece güvenlik sorunlarına ve devlete odaklanmak yerine bireylerin ve toplulukların güvenlik koşullarını olumsuz etkileyen, kalkınma ve çevre sorunlarına ilişkin kök nedenlere odaklanılmalıdır. Bu yönüyle, sürdürülebilir güvenlik ulusal güvenlik anlayışının ve buna ait ulusal güvenlik örgütlenmesinin değişimini talep etmektedir. Çalışma öncelikle sürdürülebilir güvenlik yaklaşımını ilgili literatür ve politika belgelerinden incelemekte; daha sonra bu yaklaşımın kamu yönetimi bağlamında sonuçlarını tartışmaktadır. Bu kapsamda, sürdürülebilir güvenlik henüz gelişmekte olan bir yaklaşım olarak kamu yönetiminde uzun vadeli, stratejik yönetim ve uzgörüye dayanan, eşgüdüm ve politika uyumunun öne çıktığı bir güvenlik örgütlenmesine işaret etmektedir. Sürdürülebilir güvenlik öğütlenmesini ise, etkililikhesapverebilirlik ve kısa vade-uzun vade dengeleri yanında çok disiplinli ve bütünleşik bir kamu politikası sürecinin biçimlendireceği ileri sürülebilir. Bu güvenlik yaklaşımı çerçevesinde güvenlik etiğinin gelişmesi; yönetimde "ekonomigüvenlik" ve "kentleşme-güvenlik" ilişkileri ile kentsel güvenlik politikalarının öne çıkması olası görülmektedir.
Türkiye son dönemde özellikle Ortadoğuda yakaladığı ritmik diplomasi ile dikkatleri üzerine çekmektedir. Türkiye, kültürel bağlarını ve tarihi noktalarını doğru ve etkili kullanarak, bölgede etkili ve söz sahibi bir konuma gelmiştir. Libya, Arap Baharı sonucunda rejim değiştirmiş ülkelerden biridir. Libya, ekonomik ve stratejik açıdan son derece önemli bir ülkedir. Libya, Batılı güçlerin de yakından ilgilendiği bir konumdadır. Libya ile olan tarihi, kültürel ve ekonomik bağları, Libya Arap Baharında Türkiyenin aktif rol oynamasını gerektirmiştir. Gittikçe güçlenen Türkiyenin bölge üzerindeki etkisi Batılı güçlerin de ilgisini çekmiştir. Bu çalışmanın amacı, Türkiyenin, Libyadaki Arap Baharına yönelik tutumunu konrüktivist bir bakış açısıyla incelemektir. Çalışmanın sorunsalını Türkiyenin, Libya Arap Baharına yönelik tutumunun altındaki anlayışı konsrüktivist bir yaklaşımla ele almak oluşturmaktadır. Bu bağlamda olmak üzere Türk dış politikasının; insan hakları, demokrasi, temel hak ve özgürlüklere saygıyla, Libya halkını dost ve kardeş halk olarak kimlik temelli nitelediği vurgulanmıştır. Bu anlayışın bir sonucu olarak da uluslararası toplumun Libyalıların çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde hareket etmesi gerektiği savunulmuştur. ; Turkey has recently drawn attentions with a rhythmic diplomacy that it has caught especially in the Middle East. Turkey has reached to a position which is effective and has a voice in the region by using the cultural relations and historic points properly and effectively in the region. Libya is one of the countries that has changed regime as a result of the Arab Spring. Libya is a highly important country in strategic and economic terms. Libya has a position that Western powers are also interested closely. The historical, cultural and economic connections that Turkey has with Libya has required Turkey to take an active role in Libyan Arab Spring. The effect of Turkey becoming increasingly stronger in the region has also drawn attentions of Western powers. The aim of this study is to examine the attitude of Turkey towards theArab Spring in Libya with a constructivist perspective. To deal with the understanding under Turkeys attitude towards Libyan Arab Spring with a constructivist approach constitutes the problematic of the study. Within this regard, it is emphasised that Turkish foreign policy describes Libyan people identity based as a friend and fellow public with respect to human rights, democracy, fundamental rights and freedoms. As a result of this understanding it is asserted that the international community needs to behave without harming the interests of Libyans.
21. yüzyıl, küresel siyasette birçok bölgede protestolar ve toplumsal hareketlere tanık olmaktadır. Bu olaylar, ekonomik sorunlardan özgürlük mücadelesine kadar geniş bir yelpazede ortaya çıkabilmektedir. Bu çerçevede özellikle dikkat çeken Hong Kong, tarihsel geçmişiyle ekonomik ve siyasi olarak Çin için önemli bir yere sahip olmuştur. Son yıllarda sıklıkla gündeme gelen Hong Kong protestoları Çin ile gerginliğin giderek artmasına neden olmuştur. Çin için hassas konular arasında yer alan Hong Kong, birçok aktörün dikkatini çekmiştir. Bu çerçevede, Hong Kong'daki protestolara küresel güçlerin yaklaşımları Çin açısından önemli olmaktadır. Çalışmada ele alınan iki aktör olan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Çin'in ekonomik ve siyasi hayatında ilk sıralarda olması nedeniyle önemlidir. Çalışmada öncelikle Hong Kong protestolarının genel bir değerlendirilmesi yapılmış, sonraki bölümlerde Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği'nin protestolara yaklaşımları kronolojik olarak ortaya konulmuştur. İki aktörün yaklaşımı liderler, kurum ve organ temsilcilerinin söylemleri temelinde gösterilmiştir. Böylece, Hong Kong protestolarıyla ilgili olarak iki önemli aktörün yaklaşımlarındaki benzerlikler ve farklılıklar temelinde bazı çıkarımlar yapmak mümkün olacaktır. Çalışmada, protestolar karşısında ABD'nin AB'den daha sert söylemlerinin olduğu, Trump yönetiminin sorunun doğrudan taraflarından biri haline geldiği görülmüştür ; The 21st century has witnessed protests and social movements in many regions in global politics. These events can occur in a wide range from economic problems to the struggle for freedom. In this context, Hong Kong has an important place for China in economic and political terms with its historical background. The Hong Kong protests, which have frequently been on the agenda in recent years, have led to increasing tension with China. Hong Kong, a sensitive issue for China, has attracted the attention of many actors. In this framework, the approach of global powers to protests in Hong Kong is important for China. The two actors in the study, the United States and the European Union, are important due to their high-ranking positions given their economic and political relations with China. In this study, firstly, a general evaluation of Hong Kong protests has been made, and in the following sections, the approaches of the United States and European Union to the protests have been presented chronologically. The approach of the two actors is shown based on the discourses of the managers of the institutions and the representatives of the state. Thus, it will be possible to draw some conclusions based on similarities and differences in the approaches of the two major actors regarding the Hong Kong protests. In the study, it was seen that the USA had harsher rhetoric than the EU in the face of the protests, and the Trump administration became one of the direct sides of the problem.
İngiliz kolonyal yönetiminin Güney Asya'dan çekilmesinde sonra ortaya çıkan devletlerden biri olan Pakistan bağımsızlığının ilk yıllarında, ülkeyi yönetecek idari bir altyapıya, temel kamu hizmetlerini sağlayacak kurumsal bir yapıya ve nitelikli idari personele sahip değildi. Üstelik, söz konusu dönemde Pakistan'ı oluşturan halkın, Müslüman olmaları dışında çok az ortak noktaları vardı. Bu zorluklar nedeniyle, Pakistan'ın uzun süre bağımsızlığını koruyamayacağı ve kısa sürede çökeceği, başta Hindistanlı yöneticiler olmak üzere, beklenen bir durumdu. Ancak, Pakistan hayatta kalmayı başardı. Hatta, General Ayub Khan döneminde gelişmekte olan ülkelere bir kalkınma modeli olarak sunuldu. 1950'lilerde olduğu gibi, 11 Eylül saldırılarından sonra da Pakistan hakkında pejoratif sıfatlar kullanılmaya başlandı. Komşusu Afganistan'dan kaynaklı sınır aşan terörizm ve mülteci akınlarıyla boğuşan Pakistan'ın, Sünni ve Şiiler arasında 1970'lerden beri devam eden mezhep çatışmaları; kamu hizmetlerinin görece yetersiz sağlanması; ordunun siyasete olan müdahaleleri gibi pek çok kronik sorunu vardır. Bu sorunlar nedeniyle, Pakistan'a yönelik olarak "başarısız devlet" (failed state) tabiri, Batılılar tarafından sıklıkla kullanılmaktadır. Bu çalışmada, Pakistan devletini tanımlamak için kullanılan "başarısız" sıfatının, Pakistan için uygun bir niteleme olmadığı, Pakistan'ın sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı kuruluşundan günümüze gelen süreçte yaşananları ele alarak ifade edilmeye çalışılacaktır. Başarısız devlet söylemine ilişkin literatürde, farklı sorunları olan devletlerin aynı sıfatla nitelendiği dikkati çekmektedir. Örnek vermek gerekirse, 1990'larda iç savaşla boğuşan ve hiçbir kamu hizmetinin verilemediği Afganistan ve Somali ile; Kuzey kore ve Pakistan gibi, otoriter yönetimlerin olduğu, kamu hizmetlerinin sağlanmasında yapısal sorunları olan ülkeler başarısız sıfatı ile nitelenmektedir. Başarısız devlet söylemine ilişkin eleştirilerde en fazla üzerinde durulan husus da bu olmuştur. Bu nedenle, bu çalışmada başarısız devlet söylemi yerine ikili bir ayrıma gidilmesi ihtiyacı doğmuştur. Hiçbir kamu hizmetinin verilemediği ve devlet otoritesinin tamamen ortadan kaybolduğu ülkeler için, William Zartman'ın "çökmüş devlet" (collapsed state) kavramı kullanılmıştır. Devlet otoritesinin var olduğu, ama kamu hizmetlerinin sağlanmasında ciddi problemleri olan, demokratik bir yönetim ve insan haklarına saygı bağlamında yetersiz bir performans sergileyen devletler için ise "kırılgan devlet" (fragile state) kavramının kullanılması tercih edilmiştir. Bu çalışmada, söz konusu bağlamda Pakistan'ın kırılgan bir devlet olduğu, Pakistan'ın sosyo-ekonomik ve siyasi yapısı ele alınarak ifade edilmeye çalışılacaktır. ; Pakistan, one of the states which came into existence after the British colonial rule withdrew from South Asia, didn't have any administrative structure to rule the country; any institutional structure to provide public services and qualified bureaucratic personnel. Furthermore, during the aforementioned period Pakistan composed of people who had few thing in common with the exception of being Muslim. Due to these hardships, it was expected, especially by the then Indian rulers, that Pakistan could not preserve its independence and would collapse in a short time. However, Pakistan succeeded to survive. Even, in General Ayub Khan era it was demonstrated as a model for developing countries. Like 1950s, pejorative adjactives have used to describe Pakistani state after September 11 attacks. Pakistan has many chronic problems such as; cross border terrorism and influx of refugees based on its neighbour Afganistan; sectarian violence between Sunnis and Shias which continues since 1970s; relatively insufficent public services; army's interference to politics, military coup d'etats. Because of these problems, failed state discourse was used frequently towards Pakistan by Westerners. In this project, by handling it's socio-economic and political progress since independence it will try to articulate that the adjective "failed" which is used to describe to Pakistan, is not a proper attribution for Pakistan. In the literature about failed state discourse, it attracts notice that many countries facing different problems are labelled as the same adjective. To give an example, on the one hand there are countries like Afganistan and Somalia, in 1990s both of them struggled with civil war and no public services were given to people. On the other hand, there are countries like North Korea and Pakistan, which have structural problems providing public services and authoritarin regimes. All these countries are labeled as failed, and this situation is one of the main critics of failed state discourse. That's way, in this project it is needed to make a dual classification subtituted for failed state. For countries whose state authority completely vanished and not providing any public services, are described with William Zartman's definition, as "collapsed state". For countries which have state authority but have difficulties in providing basic public services; performs poorly in the context of democracy and respect to human rights, are prefered to be described as "fragile state". Accordingly, in this project, Pakistan is going to be handled wtih its socio-ekonomic and political structure and it is going to be argued that Pakistan is a fragile state.
Türkiye'de sosyal bilimci olmanın ya da sosyal gerçekliğin analizini yapmanın maliyeti her şeyden evvel anlaşılması zor ve karmaşık bir yöntembilim öğrenme sürecine denk gelir. Ki bu süreç tam anlamıyla bir öğrenmeyi getirmemekle birlikte, hâlihazırda bu da bir idealdir, öğrenmeye çalışma çabalarını diğer ifadeyle "ideal olana" yaklaşma isteğini ihtiva eder. Tabii olarak ideal olamamanın göstergelerinden biri de Türk sosyal bilimcilerin akademik analizlerinde bir takım kronik yöntembilimsel ve kuramsal sorunların söz konusu olmasıdır ve bu tespit çeşitli argümanlarla desteklenebilir. Tanel Demirel'in 2019 yılında Liberte Yayınları'ndan çıkan "Türk Siyasetini Anlamak: Yaklaşımlar Hakkında Bir Deneme" adlı eseri, tam olarak bu argümanların araştırma evreni Türk siyasetini inceleyen sosyal bilim analizleriyle sınırlandırılmış kapsamlı bir literatürünü sunarak, bu analizlerin ithal ettiği Batı menşeili kuramsal ve yöntembilimsel yaklaşımlar üzerinde durmaktadır.
Arap Baharı olayları basit bir halk hareketi olarak başlamasına rağmen yıllar geçtikçe bölgeyi kaosa sürüklemiştir. Suriye'de bir iç savaş çıkıp ülkeyi istikrarsızlaştırmıştır. Böylelikle yıllardır Ortadoğu'nun en önemli sorunu olan Filistin-İsrail çatışması bile gündemden düşmüştür. Artık Ortadoğu'yu karışıklığa sürükleyen devlet İsrail olarak görülmemektedir. Arap Baharı sonrası oluşan karmaşa bölgeyi bir kez daha uluslararası siyasetin gündemine taşımıştır. İsrail Arap Baharı olaylarının başından itibaren bu gelişmeleri tehlikeli olarak görmüştür ve bu ülkelerin demokrasiye dönüşeceğine inanmamıştır. Suriye'de olaylar adım adım iç savaşa doğru sürüklenirken de İsrail ulusal çıkarlarını hesaplamaya devam etmiştir. Bu çalışmada öncelikle İsrail'in genel olarak Arap Baharı olaylarını nasıl yorumladığı ele alınmış, sonrasında ise Suriye'deki olaylara karşı nasıl bir pozisyon aldığı ortaya konulmuştur. Yapılan araştırmada İsrail'in Suriye'de yıllar içerisinde önceleri bekle-gör siyaseti izlediği ve savaş Golan Tepelerine sıçrayınca bu politikadan adım adım vazgeçerek, aktif bir tutum benimsediği sonucuna ulaşılmıştır. İsrail, Golan Tepelerini Suriye'ye kaptırmamak için mücadele vermektedir. Suriye'de denkleme bir de İran ve Hizbullah eklenince İsrail, Suriye'nin İran kontrolüne geçmesine müsaade etmeyeceğini nokta atışı askeri operasyonlar yaparak göstermeye başlamıştır. İsrail'in Suriye İç Savaşı'ndaki hedefi Cumhurbaşkanı Esad'ın görevde kalmasını sağlamak, Golan Tepelerini elde tutmaya devam etmek ve İran'ın Suriye'de askeri üs edinmesini engellemek olarak şekillenmiştir. ; Although the Arab Spring events began as a simple social movement over the years it transformed the region into chaos. Civil war broke out in Syria and destabilized the country. Thus, the PalestinianIsraeli conflict which has been the most important problem of the Middle East for years has disappeared from the agenda. Hence Israel has no longer seen as the state dragging the Middle East into turmoil. The complexity that occurred after the Arab Spring has once again brought the region to the agenda of international politics. Israel has seen these developments dangerous since the beginning of the Arab Spring events and she did not believe that these countries would turn into democracy. While events in Syria gradually drifted towards civil war, Israel continued to calculate its national interests. In this study, first of all how Israel interprets the events of the Arab Spring in general will be discussed, and then, how it is positioned against the events in Syria will be revealed. In this research, it was concluded that Israel followed a wait-and-see policy in Syria over the years and when the war spread to the Golan Heights, it gave up from this policy step by step and adopted an active attitude. Israel is struggling not to lose the Golan Heights to Syria. When Iran and Hezbollah were added to the equation in Syria, Israel started to show that it will not allow Syria to be under Iranian control by making point-by-point military operations. The goal of Israel in the Syrian Civil War was to keep President Assad in office, to keep the Golan Heights and to prevent Iran from acquiring a military base in Syria.
Kadınların silahlı çatışmalardaki deneyimleri ve barış süreçlerine dahil edilmeleri, yirminci yüzyılın başından beri çeşitli kadın hareketleri tarafından dile getirilmektedir. Feminist yaklaşımlar, uluslararası güvenlik politikalarında toplumsal cinsiyete dayalı güç ilişkilerine ve militarist politikalara karşı duruş sergilemektedirler. Kadınların çatışma ve çatışma sonrası deneyimlerinin uluslararası politikada ele alınması ise Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nin 2000 yılında Kadın, Barış ve Güvenlik (KBG) konulu 1325 sayılı kararı kabul etmesiyle başlamıştır. Bu makale, KBG Gündeminin oluşumuna giden süreçteki feminist hareketleri ve yaklaşımları incelemektedir. KBG kararları analiz edilerek, feminist yaklaşımların ve ideallerin BM'nin güvenlik söylemi içinde ne ölçüde ele alındığı da incelenmektedir. Bu makale, KBG Gündeminin önemini ve katkılarını vurgularken, kararları etkileyen siyasi dinamikleri ve feminist müdahalelerinin sınırlarını da irdeleyecektir. Metodolojik olarak, KBG Gündemi kararları ve ilgili akademik literatür incelenecektir. Bu çalışmayla KBG Gündemindeki en son gelişmeler de ele alınarak literatüre tamamlayıcı bir katkıda bulunulacaktır.