Bu bilimsel katkı, Kuzey Kamerun'da yaşayan Müslümanların zorluklarını incelemeyi amaçlamaktadır. Fikrimiz, idari hizmetlerin mevcut durumunda ve siyasi hayatın yönetiminde, Kuzey Kamerun'daki Müslüman vatandaşların temsil gücünün çok düşük olduğu gözleminden esinlenmiştir. Birkaç yıl boyunca tarih ve sosyolojik ve katılımcı gözlem yoluyla, Kamerun'un bu bölgesindeki Müslüman toplumun gelişimini etkileyen sömürgeci geçmişin ve toplumdaki aşırı muhafazakâr fikirlerin etkisinin olduğunu anlıyoruz. Göreceli olarak ülkenin kuzeyi Müslümanlar, güneyi ise Hıristiyanlar tarafından gözlemlenebilen karışıma rağmen yaşamaktadır. Esas olarak Avrupa kökenli modern okulun ortaya çıkışının, hem sosyo-dini düzeyde hem de Kuzey Kamerun Müslüman topluluğu içindeki liderliğin konfigürasyonu düzeyinde bir etkisi olduğu ortaya çıkıyor. Bu çalışmanın yeniliği ve özgünlüğü, Kuzey Kamerun ve Türkiye'deki Afrika araştırmalarında İslâm tarihine tarihsel katkısını açıklamaktadır. Bu çalışma aynı zamanda Müslüman liderler ile Devletin, Kamerun'da mevcut Hristiyanlık karşısında Müslümanların durumunun bir azınlık bağlamında daha iyi diyaloğa girmesine olanak sağlayacak sosyo-politik bir katkıya da sahiptir.
Osmanlı Devleti'nde 19. yüzyılda başlayan modernleşme çalışmaları ile birlikte eğitim önemli bir uygulama alanı olmuş, yasal ve yönetsel değişimlerin yanı sıra ülke genelinde modern eğitim kurumları açılmaya başlamıştır. Daha çok merkezî yerleşimlerde modern eğitim veren okulların açıldığı görülse de başkent İstanbul'un komşuluğundaki Edirne vilayetinin hem merkezi hem de kırsal yerleşimlerinde çok sayıda yeni eğitim kurumu açılmıştır. Bu makalede, 19. ve 20. yüzyılda Edirne vilayetindeki eğitim yaklaşımı ile bu dönemde açılan eğitim kurumlarının incelenmesi amaçlanmıştır. Arşiv belgeleri ışığında, 19. yüzyılın ilk yarısından 1910'lu yıllara kadar geçen süreçte mevcut olan ve açılan yeni okulların tespiti yapılmış, eğitimin niteliği ile birlikte okulların fiziksel durumuna dair yeni bilgiler ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca, alan araştırmaları ile birlikte günümüz Türkiye sınırları içerisinde kalan ve 19. yüzyılda Edirne vilayetine dahil Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Gelibolu Yarımadası'ndan günümüze ulaşan eğitim yapılarının tespiti yapılmıştır. Bu yapıların geçirdiği değişimlerin ortaya koyulması ve mimari biçimlenişlerine dair değerlendirmelerin yapılması, çalışmanın diğer bir amacını oluşturmaktadır.
Bu tez, demokratik geçiş döneminde bulunan melez rejimlerden kayda değer bir kısmının hem otoriter hem de demokratik bazı özellikleri barındıran bir yapıya bürünerek yeni bir rejim tipi oluşturduğu iddiasındaki rekabetçi otoriteryanizmi teorik çerçeve olarak benimsemektedir. Bu çerçevede Rusya Federasyonu'nun siyasal tecrübesi ilk devlet başkanı Yeltsin ve 2000 sonrası Putin dönemleri üzerindenincelenmiştir. Her iki dönemde de iktidarın hem rejimin rekabetçi özelliğinin korunması hem de otoriter yapının tesisini sağlamaya çalışması rekabetçi otoriteryan rejimin özelliklerinin tespit edilmesine imkân veren seçimler, medya, parlamento, yargı, protestolar, elitler ve ülkenin siyasal kültürü gibi platformlar incelenerek ortaya konulmuştur. Bu teorik çerçevenin tercih edilmesinde geçiş dönemi ülkelerinin bir kısmı demokratikleşmesini tamamlar veya tam otoriter rejime dönüşü tecrübe ederken Rusya Federasyonu'nun rekabetçi otoriter rejim özelliklerini çeyrek yüzyıl boyunca istikrarlı bir şekilde sürdürmesi etkili olmuştur. Bu çalışmada, Rus siyasal rejiminin rekabetçi unsurlarının yanı sıra otoriter yapısını pekiştiren seçimlerin özgür fakat adil olmaması, medyanın kontrol altına alınması, parlamento ve yargının iktidarın etkisinde kalması, protestoların kontrol edilmesi, siyasal kültürün etkisinin bilinçli bir şekilde iktidar tarafından kullanılması tespit edilmeye çalışılmıştır. 1990larda uluslararası arenadakabul görme ihtiyacı ile Batı dünyasının siyasal özelliklerinin kabul edilmesi, devlet yapısının zayıflığı, 'aile' ve oligarkların rejim üzerinde etkili olması, dikey iktidar yapısının inşa edildiği Putin dönemi ile öncesini iki ayrı bölümde inceleme ihtiyacını doğurmuştur. Çalışma sonucunda rejimin 1990lardan 2018 başkanlık seçimine kadarki dönemde giderek daha otoriter bir yapıya büründüğü tespit edilmiştir. Yine de tam otoriter rejim adlandırması doğru olmayacağından uluslararası alanda rejim değerlendirmesi yapan kuruluşların verilerine başvurulmuştur. Freedom House'un Nations in Transit, Countries at the Crossroads, Political Rights ve Civil Liberties indeksleri ile Polity IV, Sustainable Governance Indicators (SGI), The EIU, World Governance Indicators ve The Bertelsmann Transformation Index (BTI) verileri kullanılmıştır. Ayrıca basın özgürlüğü alanında Reporters Without Borders, hukukun üstünlüğü alanında Rule of Law Index ve yolsuzluk alanında Transparency International verilerinden de destek alınarak Rus siyasal rejimi Yeltsin ve Putin dönemleri üzerinden daha anlaşılır bir şekilde analiz edilmiş ve somut bilgilerle zenginleştirilmiştir. --- This thesis accepts competitive authoritarianism as a theoretical framework which claims that significant number of hybrid regimes created a new regime type having both democratic and authoritarian peculiarities. Within this framework the political experience of the Russian Federation is analyzed through Yeltsin and Putin periods. President's endeavor to keep the regime both competitive and authoritarian in both periods is revealed through analyzing elections, media, parliament, judiciary,protests, elites and the political culture of the country which are the platforms for the evaluation of a competitive authoritarian regime. The continuation of the stable hybrid regime in Russia for a quarter of a century while some other hybrid regimes democratized or adopted full authoritarian rule became effective in the preference of this theoretical framework. In this context, the authoritarian peculiarities such as conducting free but unfair elections, taking media under control of the government, bringing the parliament and the judiciary under the influence of the government, controlling the protests, government's usage of the political culture of the country in addition to the competitive peculiarities of the Russian political regime is tried to be determined in this study. The adoption of the Western world's political features depending on the need to be accepted in the international arena, the weakness of the Russian state and the influence of the 'family' and the oligarchs in the 1990s necessitated to analyze Yeltsin and Putin periods in different sections. By conducting this study, it is determined that the Russian political regime has gradually been losing the competitive peculiarities of the regime from 1990s to March 2018 presidential elections and assumed a more authoritarian regime. However, since it is not true to name it as full authoritarian, I researched that how the internationalinstitutions studying on the evaluation of the regime types examine the situation. Within this framework, data from Freedom House's Nations in Transit, Countries at the Crossroads, Political Rights and Civil Liberties indexes and Polity IV, Sustainable Governance Indicators (SGI), The Economist Intelligence Unit (EIU), World Governance Indicators and The Bertelsmann Transformation Index (BTI) is used. In addition, data of the Reporters Without Borders working on the press freedom, Rule ofLaw Index working on evaluation of the countries based on the rule of law and Transparency International producing corruption indexes is used in order to make the evaluation of the Yeltsin and Putin periods more concrete and comprehensible.
Reaction through art, observed among the 20th century artistic movements, can result in artistic works in which animals are made the object of violence. The objections caused by these works sometimes make people question what art is and its value, and sometimes result in legal interventions. It is the forms of expression in contemporary art where idea gets ahead of physical production. In such an atmosphere, 'philosophy of art activities that question what art is' have become almost equivalent to artistic production. However, the controversial works make the concepts of ethics, law or public influence determine what art can or cannot be. In the background of all these developments, advances in the field of biology blurred the boundaries between animals and humans. After such developments, through which the anthropocentric thought system has lost its power, the position of animals in the system will also change. The reappraisal of animals will fundamentally affect the behavior of the human species towards them, undoubtedly. In such a system where the determinants of the concept of ethics are redefined, objectification of animals will not be ethical as before. In this regard, art can no longer be separated from other fields. When the determinant of the boundaries of art is a non-art field, the discussions within the field lose their meaning. This study aims to investigate the limits of contemporary art by examining the reactions to the selected examples of artists whose ways of including animals in their productions are criticized.
Afganistan devleti, 20. yüzyılın en çatışmalı ve istikrarsız ülkelerinden biri olarak bilinmektedir. Ancak 21. yüzyıl ülkede çatışmaların sona erdiği, barış ve istikrarın yeniden sağlanmaya çalışıldığı bir dönem olarak başlasa da ilerleyen yıllarda bu istikrar yeniden sekteye uğramıştır. Afganistan son 20 yılda kendi çabalarıyla ve aynı zamanda uluslararası toplumun yardım ve desteğiyle yapılan katkılar sonucunda birçok alanda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal alanlarına yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Özellikle ekonomik alana yönelik önemli adımlar atmaya çalışmıştır. Fakat Afganistan ekonomisinin büyük bir bölümü halen dış yardımların oluşturduğu mali yardımlara bağlı olup, kendi ulusal kalkınma sistemini hayata geçirene dek dış yardım ve yatırımlara bağlı bir ekonomik politikası izleme durumundadır. Bu amaçla Türkiye de Afganistan'a yardım ve yatırımda bulunan en baştaki ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye Afganistan'ın bağımsızlık, işgal ve özellikle yeniden yapılanma döneminde yardımlarını ve desteklerini esirgememiştir. Bu amaçla Afganistan'ın refaha ve istikrara kavuşması için ve gelişimi için Türkiye tarafından birçok alanda her daim desteklenmiştir. Afganistan'ın yeniden yapılanma süreci itibarıyla Türk-Afgan ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmıştır. Türkiye Afganistan'ın yeniden yapılandırılmasında aktif bir rol oynamakta olup, bu rollerden biri ekonomik ve ticari işbirliği alanlarında gerçekleşmektedir. Bu araştırmanın amacı Afganistan dış ticaretinde 2001 yılı sonrasında yaşanan yapısal dönüşüm, bu yapısal dönüşümün Afganistan ile Türkiye arasındaki dış ticarete etkisinin incelenmesi ve Afganistan ile Türkiye arasındaki dış ticaret ilişkilerinin geliştirilmesine katkı sunulmasıdır. ; The state of Afghanistan is known as one of the most conflicted and unstable countries of the 20th century. However, the 21st century started as a period when the conflicts in the country ended, and peace and stability were tried to be restored, this stability was again ...
Afganistan devleti, 20. yüzyılın en çatışmalı ve istikrarsız ülkelerinden biri olarak bilinmektedir. Ancak 21. yüzyıl ülkede çatışmaların sona erdiği, barış ve istikrarın yeniden sağlanmaya çalışıldığı bir dönem olarak başlasa da ilerleyen yıllarda bu istikrar yeniden sekteye uğramıştır. Afganistan son 20 yılda kendi çabalarıyla ve aynı zamanda uluslararası toplumun yardım ve desteğiyle yapılan katkılar sonucunda birçok alanda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Ekonomik, siyasi, askeri ve sosyal alanlarına yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Özellikle ekonomik alana yönelik önemli adımlar atmaya çalışmıştır. Fakat Afganistan ekonomisinin büyük bir bölümü halen dış yardımların oluşturduğu mali yardımlara bağlı olup, kendi ulusal kalkınma sistemini hayata geçirene dek dış yardım ve yatırımlara bağlı bir ekonomik politikası izleme durumundadır. Bu amaçla Türkiye de Afganistan'a yardım ve yatırımda bulunan en baştaki ülkeler arasında yer almaktadır. Türkiye Afganistan'ın bağımsızlık, işgal ve özellikle yeniden yapılanma döneminde yardımlarını ve desteklerini esirgememiştir. Bu amaçla Afganistan'ın refaha ve istikrara kavuşması için ve gelişimi için Türkiye tarafından birçok alanda her daim desteklenmiştir. Afganistan'ın yeniden yapılanma süreci itibarıyla Türk-Afgan ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmıştır. Türkiye Afganistan'ın yeniden yapılandırılmasında aktif bir rol oynamakta olup, bu rollerden biri ekonomik ve ticari işbirliği alanlarında gerçekleşmektedir. Bu araştırmanın amacı Afganistan dış ticaretinde 2001 yılı sonrasında yaşanan yapısal dönüşüm, bu yapısal dönüşümün Afganistan ile Türkiye arasındaki dış ticarete etkisinin incelenmesi ve Afganistan ile Türkiye arasındaki dış ticaret ilişkilerinin geliştirilmesine katkı sunulmasıdır. ; The state of Afghanistan is known as one of the most conflicted and unstable countries of the 20th century. However, the 21st century started as a period when the conflicts in the country ended, and peace and stability were tried to be restored, this stability was again ...
20.Yüzyılın başlarından itibaren sınır aşan suların paylaşımı ve kullanımı konusu,ülkeler arasında sorun olmaya başlamış ve sorunun çözümü konusunda çeşitli doktrin ve görüşler ortaya atılmıştır.Uluslararası su hukukunun çözmek zorunda olduğu problem sahalarının başında,devletlerin uluslararası akarsulardan endüstriyel,enerji ve tarımsal amaçlı faydalanma hakkının tespiti ile bu faydalanma hakkının diğer kullanıcı devlet veya devletlere vereceği zararın önlenmesi;dolayısıyla faydalanma hakkının sınırının tespit edilmesi gelmektedir.Faydalanma hakkının dayanağının ülke egemenliği olduğu konusu,uluslararası hukukta genel kabul görmüş bir esas olmasına rağmen,bu hakkın sınırlarının tespit konusu halihazırda kesin ve net olarak çözümlenememiştir. Türkiye,Irak ve Suriye arasındaki Fırat,Dicle ve Asi sularının kullanımı ile ilgili su sorunu,Türkiye'nin Fırat ve Dicle sularında,kendi kalkınmasına yönelik faydalanma eylemlerine girişmesi sonucu başlamış,her üç ülke arasındaki güvensizlik ve Suriye ve Irak'ın gelecekteki su ihtiyaçlarını da garanti altına almaya yönelik aşırı su talepleri nedeniyle bu güne kadar çözüme kavuşturulamamıştır. Suriye ve Irak,suyu matematiksel olarak paylaşımını istemekte,Türkiye'nin müktesep haklarını gasp ettiğini,Türkiye'nin suyu silah olarak kullanmak istediğini belirtmekte ve sorunu siyasi boyuta taşımakta,su sorununu ''Arap Sorunu'' haline getirmeye çalışmaktadır. Türkiye ise sorunu teknik bir konu olarak görmekte,suyun matematiksel değil hakça,adil ve makul bir paylaşımını istemektedir.Sorunu üç ülkenin çözebileceğini belirtmekte,Üç Aşamalı Çözüm Planı ve Barış Suyu Projesi gibi çözüm önerileri ortaya koymaktadır. Ortadoğu'nun istikrarsızlık üreten yapısı içinde,diğer sorunlarla birlikte su sorununun birleşik bir krize dönüşebileceği,dolayısıyla Türkiye için potansiyel bir risk taşıdığı göz önünde tutulmalıdır. Stratejik ve güvenlik boyutunda olan su sorununu Türkiye kendi menfaatleri doğrultusunda çözecek bir politika izlemek durumundadır. ; Since the beginning of the 20th century,the ...
ÖZETVENEZUELA'DA CHAVEZ İKTİDARI DÖNEMİNDE UYGULANAN İKTİSAT POLİTİKALARI VE SONUÇLARIBu tez, Chavez'in 1999 yılında başkanlığa gelmesiyle başlayan Bolivarcı iktidarın Venezuela'da kapitalizmi aşmaya yönelik sürdürülebilir ve demokratik bir alternatif yaratıp yaratmadığını incelemeyi amaçlamıştır. Üç bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde, 21. yüzyılın sosyalizmi teorisi incelenmiş ve bu teori kapitalizm ve 20. yüzyılın sosyalizm deneyimleriyle karşılaştırılmıştır. İkinci bölümde, Venezuela'nın tarihsel birikimi ve Bolivarcı iktidarın dönüşümü sağlamak için kullandığı araçlar detaylı olarak tanımlanmış ve dönüşümün ortaya çıktığı öznel ve nesnel koşullar anlaşılmaya çalışılmıştır. 21. yüzyılın sosyalizmi kavramının teorik çerçevesinin incelenmesi ve mevcut koşulların anlaşılmasının ardından son bölümde Bolivarcı iktidarın uygulamaları paylaşılmıştır. Sonuç olarak, Bolivarcı iktidarın bugüne değin adım adım yaşadığı deneyim dikkate alınarak, kapitalist sistemi dönüştürmek için izlenmesi gereken yola dair bir takım öngörülerde bulunulmaya çalışılmıştır.ABSTRACTECONOMIC POLICIES AND THEIR OUTPUTS IN VENEZUELA DURING THE PERIOD OF CHAVEZ PRESIDENCYThis thesis aims at analyzing whether Bolivarian government, which starts with Chavez's presidency in 1999, constitutes a sustainable and democratic alternative in Venezuela to transcend capitalism. In the first chapter of the study, theory of "Socialism for 21st Century" is examined and this theory is compared with capitalism and socialism experiences of 20th century. In the second chapter, subjective and objective conditions, in which the transformation has appeared, were explored by outlining historical background and Bolivarian government's advantages to achieve the transformation. As to the last chapter, after giving theoretical framework of Socialism for 21st Century and understanding actual circumstances Bolivarian government's practices were analyzed. In conclusion, it was tried to make some prescriptions on what the Bolivarian government should do further in order to transcend capitalism considering the gradual change it achieved until today.
ÖZETBu tez, Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi dış politikasının söylemler üzerinden nasıl inşa edildiğini temel alan kavramsal çerçeveden hareketle, AKP yönetici elitinin Türk dış politikasında ortak tarihi ve kültürel referanslar üzerinden ürettikleri "düzen kurucu" ve "sorun çözücü" söylemin bölgesel çatışmalarda nasıl yorumlanarak inşa edildiğini araştırmaktadır. Bu çerçevede, 2008 yılındaki "Gürcistan-Rusya Savaşı" ile 2008 "İsrail ile Filistin arasında yaşanan Gazze Savaşı" örnek olayları çerçevesinde bir araştırma yapılmıştır. Araştırma konusu olarak bu iki ayrı bölgesel çatışmanın seçilmesinin nedeni, aynı dönemlerde birkaç ay arayla ancak birbirlerinden farklı bölgesel coğrafyalarda yaşanan krizlere karşı Türkiye'nin "sorun-çözücü" ve "düzen kurucu" söylemlerinin işlerliğinin nasıl yansıtıldığını anlamaya çalışmak olmuştur. Bu amaçla ilk olarak, Dış Politika kavramı incelenmiş ve Dış Politika Analizinin tarihsel gelişimi ortaya konulmuştur. Temel olarak birey, devlet, sistem olmak üzere üç analiz düzeyine değinildikten sonra, yöntem olarak söylem analizi yapılacağı için temel analiz düzeyi birey olarak ele alınmıştır. Ancak, söz konusu bireylerin rasyonel varsayılması, sosyal bağlamdan kopuk, inanç, algılama, istek gibi nitelikleri görmezden gelinerek mekanik bir sürecine oturtulması sonucunu da beraberinde getirebilir. Bu sebepten, birey odaklı analiz temele alınmakla beraber, sosyal yapıları da bir ölçüde analize dahil eden bir yaklaşım ortaya konulmuş, birey düzeyinin başat olduğu çok düzeyli yaklaşım izlenmiştir. Kuramsal zeminde Dış Politika çalışmalarını anlamak adına ise Realizm, Liberalizm, İnşacılıktan bahsedilmiş, teorik çerçeveyi ise sosyal olgu olarak tanımladıkları dış politikayı dilsel analizler üzerinden inceleyip anlayan Post-Yapısalcılık oluşturmuştur.Daha sonra bu kavramsal çerçeveden hareketle, AKP'nin bir parti olarak dış politika konusunda hangi söylemler üzerinde durduğu ve söylemler altında nasıl bir tutum izlediği araştırılmıştır. İlk olarak Türkiye'nin AKP döneminde "değiştiği" varsayılan dış politikasında kendine hangi rolleri biçtiği, bu rollerin toplumun değişik kesimlerinden kabul görmesi için hangi söylemsel pratiklerin kullandığı ortaya çıkartılmıştır. Ardından, post-yapısal söylem analizi yöntemiyle, Gürcistan ve Gazze krizleri bağlamında, dış politika yapıcı elitlerinin ürettikleri söylemle kavramlaştırma, benzetme, ötekileştirme veya metaforları kullanarak çatışmaların nasıl algılanacağını belirlediği ve iletişimi kendi belirledikleri söylem üzerinden yürüttükleri tespit edilmiştir. Sonuç olarak, araştırılan örnekler, uluslararası aktörler arasındaki ilişkilerin ve uluslararası konjonktürün Türkiye'nin dış politika tepkilerini şekillendirmede oldukça etkili olduğunu ve söylemsel düzenlemelerin kurucu söylemden nispeten bağımsız olduğunu göstermiştir.ABSTRACTWith the conceptual framework based on how foreign policy was constructed by discourses during JDP term, this thesis analyses how "problem-solver" and "order-builder" discourses, which were designed on common historical and cultural references by JDP ruling elite, were constructed in regional conflicts by interpretation. In this context, Georgia-Russia War (2008) and Gaza War between Israel and Palestine (2008) were researched as a case study. The reason and the aim of choosing of these two different regional conflicts as a research topic is to understand how "problem-solver" and "order-builder" rhetorics were formed and reflected in those two regional conflicts which emerged out in different regional geographies almost in the same period. For this purpose, firstly, the concept of Foreign Policy was defined and the historical development of Foreign Policy Analysis was analysed. After mentioning three levels of analysis as individual, state, and system, the basic level of analysis was taken as an individual since discourse analysis would be applied as a method. However, the assumption of the individual as a rational actor could bring about a result of fitting into a mechanical process through ignoring such qualities as social context, belief, perception and desire. Therefore, although individual level of analysis will be centered on, it was put forward an approach involving analytical analysis of social structures in a certain extent; and a multi-level approach was conducted in which the individual level was the principal one. In order to understand foreign policy studies, Realism, Liberalism, Constructivism were mentioned, and as a theoretical framework Post-Structuralism was used which examines and understands the foreign policy as social phenomena through linguistic analysis.Then within this framework, JDP's foreign policy discourses and its attitude under those discourses were examined. Firstly, it was found out that which roles were designed for foreign policy that was considered as "changed" under JDP rule , and which discursive practices were used for acceptance from different segments of society. Then, in the context of Georgia and Gaza crises, by using post-structural discourse analysis method, it was understood the fact that the foreign policy-making elites have determined the perception of the conflicts by using conceptions, analogies, otherings, or metaphors in their discourses, and they have conducted communication according to their own discourses. In conclusion, these examples showed that the relations among international actors and the international conjuncture were effective factors in shaping Turkey's foreign policy responses and discursive arrangements were relatively independent from constitutive discourse.
Bu çalışmada, tarihsel açıdan her biri kendi içinde birer dünya sistemi oluşturmuş olan klasik imparatorlukların siyasal modernleşme sürecinin incelenmesi ve bu yapıların geçirdikleri dönüşümün siyasal kültür temelinde açıklanması amaçlanmıştır. Klasik imparatorlukların siyasal yapılarına ilişkin kavramsal bir çerçeve oluşturabilmek için ise Weber'in, özellikle modern-öncesi toplumların meşru siyasal otoritelerini tanımlamak için geliştirdiği patrimonyalizm kavramından yararlanılmıştır. Böylece patrimonyalizm, bu tarz siyasal yapıların modernleşmeye yönelik söz konusu dönüşümünü yorumlayabilmek için kendisinden istifade edilecek olan bir ölçüt olarak ortaya konmuştur. Söz konusu siyasal yapılara örnek olarak ise Rusya ve İran belirlenmiştir. Çalışmaya konu olarak bu ülkelerin belirlenmesinde, her ikisinin de modern-öncesi dönemde kendi içinde birer dünya sistemi teşkil eden klasik imparatorluklar olmalarının yanı sıra, doğrudan sömürge yönetimleri altında bulunmaksızın siyasal modernleşme tecrübesi geçirmiş olmaları önemli bir etkendir. Ayrıca her iki ülke de 20. yüzyılda radikal dönüşümler geçirmişlerdir. Bu itibarla, öncelikle bu ülkelerin modern siyasal gelişmeleri ışığında siyasal kültürlerine ilişkin birer portresi çizilmektedir. Bu sayede söz konusu radikal dönüşümlerin patrimonyal siyasal geçmişle ilişkisine dair hipotez ortaya konmaktadır. Hipotezin ardından çalışmanın tarihsel analiz kısmına geçilmekte ve ilk olarak iki ülkenin de klasik imparatorluklarının kurulup gelişmesi süreci ele alınmaktadır. Bu bölümün amacı, Rusya ve İran'ın söz konusu dönemlerinde patrimonyal siyasal kültüre ilişkin olarak yerleşmiş toplumsal kabul ve davranışların tespit edilmesidir. Buradan modernleşme süreçlerine geçilmektedir. İki ülkenin siyasal otoritelerinin modernleşmeye yönelik politikaları ve geçirdikleri dönüşüm, patrimonyal siyasal geçmişlerinden tevarüs eden süreklilikler veya değişimler bağlamında irdelenmektedir. İki ülke için de söz konusu süreç, tarihsel açıdan önemli kırılmaların yaşandığı 20. yüzyılın ortasına kadar takip edilmektedir. Böylece daha yakın tarihli gelişmelerin de değerlendirildiği siyasal kültüre ilişkin hipotez sınanmaktadır. ; In this study it has been purposed to investigate the political modernisation processes of the classical empires which had historically been a world system in themselves and to explain the transition experiences of this kind of structures on the base of political culture. In order to create a conceptual framework concerning to the political structures of classical empires the concept of patrimonialism which had been improved by Weber on the purpose of describing particularly the legitimate political authorities of pre-modern societies has been used. Thus patrimonialism has been put forward as a criterion which is to be used for interpreting the aforementioned transitions directed to modernization of this kind of political structures. Russia and Iran have been designated as for samples of such structures. For designation of these countries as samples in this study besides the both had been classical empires as world system in themselves in pre-modern times, their experiences of political modernisation without any colonial administration which directly controlled on them have been the determinants. Moreover the both countries had radical transition experiences in 20th century. In this respect primarily political cultural portraits of them in consideration of their modern political developments have been drawn. In this means the hypothesis about the relations between these radical transitions and patrimonial political pasts has been revealed. Subsequently it has been passed to the part of historical analysis of the study and in the first instance the processes of establishment and development of the classical empires of the both countries have been considered. The purpose of this subject has been to detect the ingrained social acceptances and behaviours relating to the patrimonial political culture of Russia and Iran in this period. It has been passed to the modernisation processes. The politics of the political authorities of the both countries toward the modernisation and their transitions have been examined in the context of continuities inherited from the patrimonial political past and changes. The processes for the both countries have been followed until the mid 20th century when historically important breaks had happened. Thus the hypothesis about the political culture with the developments of the late history has been tested.
Existentialism, which is a 20th century movement, does not consider the individual as a mere thinking entity; defines it as an entity who acts, feels, and can show the responsibility of taking his own choices with his free will. The individual who has the courage to make a choice with her free will and realizes herself in line with her actions has become the subject of research by existential thinkers. Although existentialism, researching of the individual the first emerged as a philosophical movement, it later showed its effect in the fields of social sciences such as psychology. Existential understanding, which has been influential in many research areas, has tried to understand and make sense of the individual in the process of "being me".
In this article, the person who can take the responsibility of gaining self is discussed. The study is limited within the framework of the common concepts and phenomena of the philosophical and psychology existential movement. The concepts and facts of the research were examined with the phenomenological approach method. In the study, the elements of the process of being me are which the individual's freedom, anxiety to be self, being hopeful in the face of the uncertainty of the future, being aware of having a limited life, and being involved in the process of being me by making choices. Within the scope of this study, the elements of the process of being me are evaluated by associating them with religion. The following conclusions were reached in the research: Not every individual is active in the process of being a self; some individuals involve the process of being me by making choices despite their experiences of anxiety, despair, and death; while some others do not have the courage to be me in the face of anxiety, hopelessness and death.
Bugün Afrika Kıtasının son sömürge coğrafyası olarak bilinen Batı Sahra sorunu yüzyılı aşkın bir süredir dünya kamuoyundaki yerini sessizce korumaktadır. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca İspanyollar, ardından da Fas hükümeti tarafından ilhak edilmek istenen bölge, halen dünyanın çözülememiş jeopolitik sorunlarından birisidir. Batı Sahra'nın bağımsızlığı Polisario Cephesi liderliğinde yetmişli yıllardan bu yana örgütlü olarak yürütülmektedir. BM tarafından kendisini idare edemeyen topraklar olarak tanımlanmasına karşın; de facto biçimde onlarca devlet tarafından tanınan ve Afrika Birliği'nin tam üyesi olan Sahra Arap Demokratik Cumhuriyeti (SADC), Polisario Cephesinin başarısını gösteren en somut aşamadır. Polisario Cephesi'nin yürüttüğü bağımsızlık mücadelesi esasen 20. yüzyılda örneğine az rastlanan bir mücadele biçimidir. Ülkemiz gündeminde tam olarak bilinmemekle birlikte Batı Sahra'da yaşanan gelişmeler, uluslararası ilişkiler yazını bakımından göz ardı edilmemesi gereken bir konudur. İşte bu çalışma Batı Sahra'da yaşanan bağımsızlık sorununu tarihsel açıdan ele almakta ve Polisario Cephesi'nin ulus devlet kurma yolundaki çabalarını siyasal, yapısal ve hukuksal çerçevelerde, tarihi boyutlarıyla ortaya koymayı amaçlamaktadır. ; The problems of the Western Sahara known as the latest colony of Africant continent still keeps its significance in world public opinion silently. The region which was annexed by the Spanish and Morocco during the approximately two centuries is still one of the unsolved geopolitical questions of the world. The independence of the Western Sahara has been initiated under the leadership of the Front Polisario as an organized manner since the 70s. Despite the fact that Sahrawi Arab Democratic Republic defined as non-selfgoverning territory by the United Nations (UN), it was recognized by many states and became the full member of the African Union as a concrete success of the Front Polisario. As a matter of fact, the struggle of the Front Polisario for the sake of the independence is a kind of unique way in 20th century. The developments in Western Sahara cannot be ignorable matter for the literature of the international relations. In this context, this study elaborates the matter of independence in the Western Sahara historically and aims to explain the nation-building strategies of the Front Polisario with its historical, political, structural and legal dimensions.
20. yüzyılın son çeyreği devlette değişimin yaşandığı, kamu yönetimini daha etkin ve verimli hale getirebilmek amacıyla kamu yönetimi reformlarının gerçekleştiği bir dönemdir. Aynı dönemde yönetim alanında yeni bir yaklaşım olarak ilk defa Dünya Bankası tarafından kullanılan iyi yönetişim/yönetişim kavramı ortaya çıkmıştır. Bir ülkenin sahip olduğu iyi yönetişim/yönetişim kalitesi, devletin ve kamu kurumlarının yönetilmesini pozitif yönde etkilediği gibi, ekonomik alanı da olumlu etkilemektedir. Bu çalışmada Dünya Bankası tarafından geliştirilen "Yönetişim göstergeleri" ile toplumsal refah arasındaki ilişki, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)'nın İnsani Gelişme Endeksi ile Sosyal Gelişme Endeksi esas alınarak Türkiye ve diğer 5 gelişmekte olan ülke (Çin, Hindistan, Meksika, Brezilya, Yunanistan ve Rusya) açısından incelenecek ve analiz edilecektir. Analizlerde bir taraftan Yeni Kurumsal İktisat yaklaşımı diğer taraftan da kamu yönetimi teorisinden yararlanılacaktır. Çalışma sonucunda genel anlamda Yönetişim ilkelerini oluşturmak ve sürdürmek hem ekonomik hem de kalkınma anlamında toplumsal refahı artırdığı sonucuna ulaşılmıştır. ; The last quarter of the 20th century is a time when public administration reforms have been implemented to make public administration more efficient and productive.In the same period, the concept of good governance / governance, which was used for the first time by the World Bank as a new approach in the field of management, emerged. The good governance / governance quality that an individual country possesses affects the management of the state and public institutions positively as well as positively affects the economic sphere. In this study, developed by the World Bank "governance indicators" with the relationship between social welfare, the United Nations Development Program (UNDP) 's based on the Social Development Index and Human Development Index Turkey and the other five developing countries (China, India, Mexico, Brazil, Greece and Russia) will be analyzed and analyzed. On the one hand, the New Institutional Economics approach will be exploited from public administration theory on the other hand. The result of the study is that in general the creation and maintenance of Governance principles has increased social welfare both in economic and development terms.
ÖZETKarşılaştırmalı siyasal yaklaşımlar bağlamında ele aldığımızda 21. yüzyıl ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan önceki yüzyıllara nazaran önemli farklılıklar göstermektedir. Yirminci yüzyıldan devralınan uluslararası sistem yeni yüzyılda ciddi dönüşümler geçirerek kendine has bir eksen kazanmıştır. Yeni dönemde siyasal ve ekonomik parametrelere paralel olarak değişen en önemli algı ise 'güvenlik' kavramının yeni formudur. Terör, etnik ve radikal dini çatışmalar ve nükleer silahların yaygınlaşması gibi yeni tehdit unsurları küresel, bölgesel ve ulusal güvenlik algısını daha karmaşık bir boyuta taşımaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (Ak Parti) 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olmasının ardından siyasi ve ekonomik istikrarında belirli oranda iyileşme sağlansa da, iç ve dış tehditler nedeniyle güvenlik politikalarında restorasyona ihtiyaç duyulmuştur. Bu çalışma Türkiye'de değişen güvenlik paradigmasını uluslararası ekonomi politik perspektiften değerlendirmeyi amaçlamaktadır.Anahtar Kelimeler: Ekonomi Politik, Uluslararası Ekonomi Politik, Güvenlik, Ulusal Güvenlik, 21.Yüzyılda Türkiye'nin Ulusal Güvenliği.ABSTRACTCovering the 21st century from a comparative political approach, it is easy to observe economic, political and social differences than the previous centuries. The international political system that is inhereted from the 20th century has seriously transformed and gained a special characteristic axis. In the new period, the perception of "security" has changed and transformed into a new form, parallel to the changes in political and social parameters. The new forms of threats like terrorism, ethnic and religious conflicts and the proliferation of nuclear weapons, has transformed the perception of global, regional and national security into a new and more complex dimension. After Justice and Development Party (Ak Parti) has formed a majority government in Turkey following the parliamentary elections in November 3rd, 2002, the country has witnessed an economic and political stability into a certain extent. But due to the threats coming from outside and within the country, Turkey needed to renew it's security policies. This study aims to evaluate the security paradigm of Turkey, from an international economic and political perpective.Key Words: Political Economy, International Political Economy, Security, National Security, Turkey's National Security
Bu çalışma, Türkiye'nin Ortadoğu'ya bakışını ve Filistin Sorunu'nun Türkiye'nin Ortadoğu politikasına etkilerini inceleme amacıyla ele alınmıştır. Ortadoğu'nun stratejik önemi, 20. yüzyılda bölgenin zengin enerji kaynaklarına sahip olduğunun keşfi ile daha da artmıştır. Türkiye'nin bölgeye komşu olması ve bölge ile tarihsel ve kültürel bağlarının bulunması Türkiye açısından bölgenin önemini bir kat daha artırmıştır. 80'li yılardan sonra artan terör tehdidi ile Türkiye bölgeyle güvenlik açısından da ilgilenmeye başlamıştır. Türkiye'nin Ortadoğu politikasına ekonomik ve güvenlik boyutunun yanında Filistin sorunu da etki etmektedir. İsrail Devleti'nin kurulması ile başlayan Arap-İsrail çatışması Türkiye'nin Ortadoğu politikasının şekillenmesinde etkili olmuştur. Soğuk Savaşın bitiminin ardından yani 1990'lı yıllardan itibaren uluslararası alanda yeni birtakım açılımlar ortaya çıktı. Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan gelişmeler Ortadoğu'yu sıcak gelişmelerin merkezine oturttu. Türkiye dış politika ve güvenlik anlayışını yeni döneme uyarlamak zorunda kaldı. Türkiye'nin tehdit algılamaları bu dönemde kuzeyden güneye kaymaya başlamıştır. Bu dönemde PKK, su sorunu ve Kuzey Irak'taki gelişmeler Türkiye'nin bölgeyle olan ilişkilerini şekillendirmiştir ; This thesis aims to examine Turkey?s Middle East policies and their effects on the Turkish foreign policy. Strategic importance of the Middle East has been credited by the discovery of rich natural resources during the 20th C. Historical and cultural ties between Turkey and the Middle East and resultant close relations have contributed to the high level interests in the region. Turkey?s focus intensified in the Middle East due partly to the terror mainly stemming from the fragile security arrangements. Palestanian question is one of the main focuses of Turkey in respect to Middle East. The question was severed with the establishment of Israeli state. With the end of the cold war in international relations, there appeared certain new arrangements and power balances. In this sense, the invasion of Kuwait in 1990 by the Iraqi forces brought insoluable new questions in Turkish foreign policy towards the Middle East. Turkey had to adjust its policies according to new era. Security issues and threats have been thought to be coming from the South, namely the Middle East. This has shaped the policies of Turkish governments as respect to the region.